Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл страница 22

Название: Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Автор: Артур Конан Дойл

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-42-6

isbn:

СКАЧАТЬ açılıp da ileriye baktığımız zaman, uzaktaki yeşil suların nerede bitip, yeşilimsi kemerden tünelin nerede başladığını ayırt edebilmek çok zordu. Bu olağanüstü su yolunun derin sessizliği, daha önce hiçbir insan tarafından bozulmamıştı.

      “Burada yerli yok. Çok korkuyorlar. Curupuri.” dedi Gomez.

      “Curupuri, ormanın ruhudur.” diye açıkladı Lord John, “Her türden şeytana takılan bir ad bu. Zavallıcıklar bu bölgede korkunç bir şeyler olduğunu zannediyorlar, o yüzden de buralara sokulmuyorlar.”

      Üçüncü gün, kanolarla daha fazla ilerleyemeyeceğimiz belli olmuştu, çünkü dere gittikçe sığlaşıyordu. Son birkaç saat içerisinde iki kez dibe oturmuştuk. Sonunda kanoları çalılıklara çekerek geceyi derenin kıyısında geçirdik. Sabahleyin Lord John’la ben, dereyi paralelimizde koruyarak birkaç mil kadar ormanın içine daldık, ancak dere daha da sığlaştığı için geri dönerek Profesör Challenger’ın bir süredir şüphe ettiği bir gerçeği rapor ettik. Yani kanoları götürebileceğimiz en uç sınıra ulaşmıştık artık. Bu yüzden onları yukarı çekip çalılıkların arasına sakladıktan sonra, tekrar bulabilmek için baltayla bir ağaca işaret kazıdık. Bundan sonra çeşit oluşturan yükümüzü aramızda paylaştırdık: silahlar, cephaneler, yiyecekler, bir çadır, battaniyeler ve geri kalan ıvır zıvır. Yüklerimizi omuzladıktan sonra yolumuzun daha zahmetli bölümüne başladık.

      İki barut fıçımız arasındaki talihsiz bir dalaşma, yeni bir dönemin başlangıcına işaret etmişti. Summerlee’nin hiç hoşuna gitmemesine rağmen, bize katıldığı andan beri tüm yön direktiflerini gruba Challenger vermekteydi. Şimdi diğer profesöre bir görev tayin ettiği için de (Bu sadece körüklü bir barometre taşıma işiydi.) olay aniden su yüzüne çıkmıştı.

      Sesinde sinirli bir sakinlikle: “Acaba hangi yetkiye dayanarak emir verme işini üstlendiğinizi sorabilir miyim, efendim?” dedi Summerlee.

      Challenger gözlerinde öfkeyle kabararak: “Bunu yolculuğun lideri olduğum için üstleniyorum, Profesör Summerlee.” dedi.

      “O hâlde ben, sizi bu yetkiyi üstlenecek kapasitede görmediğimi söylemek zorundayım, efendim.”

      “Bak sen!” Challenger alayla başını eğdi. “Belki de siz benim tüm konumumu açıklayabilirsiniz o hâlde.”

      “Hay hay, efendim. Sözlerinin doğruluğu araştırılan birisiniz ve bu komite de burada bunu ispatlamak için bulunuyor. Siz burada yargıçlarınızla beraber yürüyorsunuz bayım.”

      “Deme yahu!” dedi Challenger, kanolardan birinin ucuna otururken. “Şu hâlde tabii ki siz kendi yolunuza gideceksiniz, ben de kendi keyfime göre gideceğim. Eğer lider değilsem benim yol göstermemi bekleyemezsiniz.”

      Tanrı’ya çok şükür, bilgili profesörlerimizin eften püften tartışmalarını ve saçmalıklarını yatıştırarak Londra’ya elimiz boş dönmemizi engelleyecek iki aklı başında adam vardı: Lord Roxton ve ben. Onları yatıştırana kadar ne tartışmalar, ne yalvarmalar, ne açıklamalar olmuştu, Tanrı’m! Nihayet Summerlee, ağzında piposu ve hırlamasıyla öne adım atmış, Challenger da homurdana homurdana onu takip etmişti. Bu sırada şans eseri her iki bilginimizin de Edinburgh’lı Doktor Illingworth’ten hiç hazzetmediklerini keşfetmiştik. Bundan sonra da bunu bir emniyet supabı olarak kullandık. Gerilimin her yükselişinde İskoç zooloğun adını ortaya atıveriyorduk, bu da iki profesörün geçici olarak müttefik kuvvetler hâlinde ortak düşmanlarına nefret ve hakaret salvolarına başlamasına yetiyordu.

      Tek bir çizgi hâlinde dere boyunca ilerleyerek, az sonra darala darala derenin cılız bir çaya dönüştüğünü ve sonunda tamamen ortadan kaybolarak yerini, dizlerimize kadar içine battığımız süngerimsi yosunlardan meydana gelmiş, büyük, yeşil bir bataklığa bıraktığını gördük. Bölge feci bir şekilde sivrisinek bulutlarıyla ve her türden uçan haşereyle kaplıydı. Bu yüzden ağaçların arasından dolanıp yeniden sert zemine ulaşarak, uzaktan canlı bir uzuvmuş gibi uğuldayan vıcır vıcır böcek kuşatmasından kurtulduğumuz için sevinçliydik.

      Kanolarımızı bıraktığımızın ikinci günü bölgedeki yapının tümüyle değiştiğini fark etmiştik. Yolumuz devamlı yokuştu ve yukarı doğru tırmandıkça ağaçlar seyrelerek tropikal çeşitliliklerini kaybetmeye başladılar. Amazon’un taşan sularının bıraktığı topraklarda, dev ağaçlar şimdi yerlerini, aralarında sık çalılıkların da olduğu dağınık hurma ve Hindistan cevizi kümelerine bırakmışlardı. Daha nemli ve kuytu alanlardaki Mauritia palmiyeleri, aşağı doğru sarkmış yapraklarını zarafetle sergilemekteydiler. Tamamen pusulaya dayalı olarak yol alıyorduk ve bir iki kere iki yerliyle Challenger arasında görüş ayrılığı baş gösterince, bütün grup profesörün haklı bir öfkeyle söylediği, “Modern Avrupa kültürünün en gelişmiş ürününe inanmaktansa az gelişmiş vahşilerin batıl inançları doğrultusunda hareket edemem!” lafına katılmıştı. Böyle yapmakta da haklı olduğumuz, üç gün sonra Profesör Challenger’ın daha önceki yolculuğundan hatırladığı birkaç işaretin kendini göstermesiyle ortaya çıktı. Hatta bir yerde bir kamp yerinden kaldığı belli olan ateş isiyle kararmış dört taş gördük.

      Yolumuz hâlâ yokuştu ve etrafı kayalarla çevrelenmiş bir bayırı aşmamız iki günümüzü almıştı. Bitki örtüsü tekrar değişmişti; geriye, sadece muhteşem bir orkide bolluğuyla Fildişi palmiyeleri kalmıştı. Bu arada ben de bu orkidelerden nadir nuttonia vexillaria’yı ve muhteşem pembeli kızıllı rengiyle cattleya ve odontoglossum’u tanımayı öğrenmiştim. Çakıl taşı zemini ve eğrelti otlarıyla çevrili kıyılarıyla ara sıra rastladığımız derecikler, tepelerdeki sığ geçitlerden çağlayıp gidiyordu. Kamp için çok elverişli bu sahada her akşam, etrafı kayalıklarla çevrili göletlerin çevresinde mola veriyorduk. Göldeki, İngiliz alabalığı büyüklüğünde ve biçimindeki mavi sırtlı balık sürücükleri, muhteşem lezzette bir akşam yemeği oluşturuyordu bizim için.

      Kanoları bıraktığımızın dokuzuncu günü ve tahminimce yüz yirmi mil kadar ilerledikten sonra, artık iyice küçülerek fundalıklara dönüşmeye başlayan ağaçlardan sıyrılmaya başladık. Onların yerini şimdi muazzam bir bambu manzarası almıştı. Bambular öylesine kesifti ki aralarından ancak palalarla ve yerlilerin küçük oraklarıyla dalları kesip yol açarak ilerleyebiliyorduk. Bu engeli ancak sabah saat yediden gece saat sekize kadar, sadece birer saatlik iki mola vererek ve uzun bir gün boyunca yürüyerek aşabildik. Bundan daha monoton ve sinir bozucu bir şey düşünülemezdi zira en açık alanlarda bile on on iki metreden ötesini göremiyordum, ki zaten görüş alanım, önümdeki Lord John’un sarı ceketinin sırtıyla, her iki yanımdan yükselen kırk-elli santim açıklıktaki sarı bitki duvarlarıyla kısıtlıydı. Üstümüzden aşağıya incecik bir güneş ışığı hüzmesi ulaşabiliyor, beş metre tepemizde koyu mavi göğe doğru sallanıp duran kamışların tepeleri seçilebiliyordu. Bu sazlıklarda ne çeşit hayvanlar yaşardı bilemiyordum. Ancak birkaç kez irice ve ağır bazı hayvanların çok yakınımızda hareket ettiklerini duymuştuk. Lord John, çıkardıkları sese dayanarak bunların yaban sığırı olabileceğine hükmetti. Tam gece üzerimize çökerken bu bambu barikatını aşarak hemen kampımızı kurduk. Bitmeyecek gibi gelen bu uzun gün bizi iyice tüketmişti.

      Ertesi sabah erkenden yine ayaktaydık, bir kez daha bitki örtüsünün değişmiş olduğunu gözlemledik. Arkamızda sanki nehrin akış rotasını çizermiş gibi belirgin bir СКАЧАТЬ