Название: Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Автор: Артур Конан Дойл
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-42-6
isbn:
8. BÖLÜM
“Yeni Dünyanın Uç Sınırları”
Geride kalan arkadaşlarımız sevincimizi paylaşabilirler çünkü amacımıza yaklaşmış durumdayız ve en azından şimdilik Profesör Challenger’ın iddialarının doğru olabileceğini gösterdik. Evet, doğru, henüz onun bahsettiği platoya erişebilmiş değiliz, ancak önümüzde bizi bekliyor. Hatta Profesör Summerlee bile şimdi daha uslu davranmaya başladı. Tabii, rakibinin haklı olabileceğine bir an için dahi olsa inanmasa da sonu gelmez itirazlarının arkası biraz kesilmiş gibi; çoğunlukla gözlemleyici bir sessizliğe bürünmüş durumda. Ancak şimdi konuya dönüp, hikâyeme kaldığım yerden devam etmeliyim. Yaralanan yerlilerimizden bir tanesini eve geri gönderiyoruz ve ben de kafamda yerine ulaşıp ulaşmayacağına dair büyük bir soru işaretiyle bu mektubu ona teslim ediyorum.
Son yazdığımda Esmeralda’yla ulaştığımız köyden ayrılmak üzereydik. Raporuma kötü bir haberle başlamak zorundayım, çünkü ilk ciddi kişisel problem (Profesörler arasındaki bitmez tükenmez ağız dalaşını atlıyorum.) bu akşam patlak verdi ve trajik bir şekilde sonuçlanabilirdi. Gomez’den -İngilizce bilen melezden- daha önce de bahsetmiştim; becerikli ve hevesli bir işçi fakat bu tip adamlar arasında sıklıkla rastlandığı gibi acayip meraklı bir tabiata sahip. Anlaşılan o ki son gece bizim planlarımızı konuştuğumuz çadırın yakınına bir yerlere gizlenmiş. Olayın farkına varan bizim dev zenci Zambo, ki bir köpek kadar sadıktır ve kendi ırkına mensup olan bütün zenciler gibi melezlerden ölesiye nefret eder, bunu yakaladığı gibi sürükleyerek bizim önümüze getirdi. Bununla beraber bıçağına davranan Gomez, Zambo’nun insanüstü gücü olmasaydı ve bu gücünü kullanarak tek elle Gomez’in elinden silahını alıp saf dışı etmeseydi, şüphesiz onu oracıkta bıçaklayıverecekti. Mesele azarlamayla kapatılarak rakiplerin el sıkışmaları sağlandı ve bundan sonra da olayın unutulacağını zannediyorum. Bizim iki ilim adamının kan davalarına gelince, hâlâ amasız bir şekilde devam ediyor. Kabul etmeli ki Profesör Challenger son derece kışkırtıcı, ancak Summerlee’de de öyle zehirli bir dil var ki meselenin üstüne iyice tuz biber ekmekte. Geçen gece Challenger, kişinin, ulaşacağı son düzeyi görmesinin çok üzücü bir şey olduğunu, bu yüzden de Thames kıyısında yürümekten ve nehre bakmaktan hiç hoşlanmadığını söyledi. Tabii kendisinin ulaşacağı düzey kesinlikle Westminster Abbey’di.6 Buna mukabil Summerlee, yüzünde ekşi bir gülümsemeyle, duyduğuna göre Millbank Hapishanesinin yıkıldığını söylüyordu. Challenger’ın pişkinliğinin boyutu öylesine büyük ki onu kızdırmak gerçekten çok zor. Sakalının berisinden sadece gülümseyerek, hani çocuklara hitap ederken kullanılan dokunaklı bir ses olur ya, işte öyle, “Yok canım, gerçekten mi?” diye söylendi. Tabii ki onların her ikisi de çocuk zaten -birisi bilgili ve huysuz, diğeri hakkından gelinmesi zor ve zorba- ama yine de her ikisi birden bilimin ön saflarında yer alacak kadar zekâ sahibi. Akıl, karakter ve ruh; insan ancak yaşadıkça her üçünün de nasıl birbirinden farklı olduğunu anlıyor.
Hemen ertesi gün bu muhteşem yolculuğa ilk adımı atmıştık. Bütün eşyalarımızın iki kanoya gayet rahat bir şekilde sığdığını gördük, personelimizi ikiye bölerek her bir kanoya altı kişi yerleştirdik. Tabii, huzur açısından profesörleri ayrı kanolara yerleştirmeyi ihmal etmedik. Ben Challenger’ı tercih etmiştim ve o ara kendisi her tarafından iyilik fışkırarak, sessiz bir keyif ve tatmin içinde hareket ediyordu. Bununla beraber onun diğer yüzüyle de epeyce deneyimim olmuştu, bu yüzden de güneşin ortasında aniden bir gök gürültüsü duyarsam daha az şaşıracaktım. Her ne kadar yanında tamamen rahat olmak mümkün olmasa da onunla beraberken sıkılmak da aynı derecede imkânsızdı; insan her an o yaman öfkesinin ne tarafa çark edeceğini merakla bekler durumda ve daima yarı tedirgin bir havada buluyordu kendini.
İki gün boyunca, eni yaklaşık birkaç yüz metreyi bulan, koyu kıvamlı olmasına rağmen genellikle dibini seçebileceğimiz derecede berrak nehirde epey bir yol almıştık. Amazon’un kollarının yarısı böyle bir yapıya sahipti; diğer yarısı da akış yaptığı bölgenin özelliklerine göre beyazımsı, saydam olmayan bir hâlde olabiliyordu. Koyu renk, bitki çürümesine; diğer özellikler ise killi, balçıklı toprağa işaret etmekte. Yolumuzun üzerinde iki kez çağlayanlara rast gelerek bunlardan sakınmak için yarım mil kadar açıktan dolanmak zorunda kaldık. Her iki tarafımızda yer alan kıyılardaki ağaçlık alan, arka plandaki alandan daha seyrek olduğu için burada kanolarımızı taşımakta pek güçlük çekmemiştik. O muhteşem, esrarengiz ortamı nasıl unutabilirim ki? Ağaçların yüksekliği ve gövdelerinin kalınlığı, şehirde büyümüş birisi olarak benim hayal edebileceğimin epey ötesindeydi. Yukarı doğru atılmış göz kamaştıran sütunlar, başımızın üzerinde güçlükle görebileceğimiz kadar muazzam bir yüksekliğe ulaşarak, gotik bir tarzda yukarı kıvrılan yan dallarla birleşip, büyük bir yeşillik tabakasından oluşmuş bir çatı meydana getiriyordu. Tepedeki güneşin altın hüzmelerinden aşağıya kadar gelebilen tek tük ince pırıltı, aşağıdaki bu şahane yeşillik karmaşasını az da olsa aydınlatıyordu. Çürümüş bitkilerin oluşturduğu yoğun ve yumuşak halının üzerinde yürürken ruhlarımıza Westminster Abbey’nin alaca karanlığında bürünülen türden bir sessizlik çökmüştü, hatta Profesör Challenger’ın tümüyle göğsünden çıkan gürültülü sesi bile fısıltıya dönüşmüştü. Eğer tek başıma olsaydım bu dev ağaçlar hakkında tamamen cahil kalacaktım ama şimdi iki bilim adamımız sedir ağaçlarını, kocaman kavak ağaçlarını, kızılağaçları ve varlığını üzerindeki bitkisel hayata bağlamış tabiatın bize nimetlerini sunmak için can attığı bu cömert kıtasındaki çeşitli bitkileri teker teker işaret ediyorlardı. Hayvan ürünleri açısından ise bu bölge oldukça geriydi. Kıpır kıpır güneş ışığından bir sütunun üzerlerinde oynaştığı altın renkli allamanda’lar; dipdiri orkidelerin ve harikulade renkli likenlerin kara gövdeli ağaçlarda için için yanan görüntüsü; yıldız gibi öbek öbek kızıl tacsonia veya koyu mavi ipomaea’nın yarattığı etki, masal dünyasındaki bir rüya gibiydi. Bu uçsuz bucaksız ormanlarda karanlıktan nefret eden yaşam, devamlı ışığa ulaşmak için bir mücadele hâlindeydi. Her bitki hatta en ufakları bile kıvrılıp bükülerek yeşil zemine çıkmaya çabalıyor, bu çabalama sırasında kendilerini daha kuvvetli ve yüksek kardeşlerinin gövdelerine sarıp sarmalıyorlardı. Tırmanıcı bitkiler dev gibi ve gösterişliydiler ancak başka bölgelerde tırmanıcı özelliği hiç bilinmeyen diğerleri bile iç karartıcı karanlıktan kurtulmak için bu sanatı öğrenmişlerdi. Böylece alelade ısırgan otunun, yaseminin, hatta acitara palmiyesinin bile, sedir ağacının saplarına tutunarak tepesine ulaşmaya çabaladıkları görülüyordu. Önümüzde uzanan kubbemsi, heybetli geçitte hayvansal yaşam hareketi olarak hiçbir şey göremiyorduk. Ancak tepemizin çok üzerlerinde hissettiğimiz devamlı hareketlilik, bize yukarıda, gün ışığında yaşayan ve merakla, ta aşağıda belli belirsiz bir derinlikte zorlukla yol alan bizleri gözetleyen yılan, maymun, kuş ve tembel hayvanlardan oluşan kalabalık bir canlı dünyasını haber vermekteydi. Şafakta ve gün batımında, maymunlar hep birlikte bağrışıyorlar, muhabbet kuşları da tiz çığlıklarla cümbüşe katılıyorlardı. Ama günün sıcak saatlerinde, önümüzde, bizi içine almış karanlığın içinde kaybolup giden dev ağaç gövdelerinin meydana getirdiği manzaranın ortasında, kulaklarımızı uğuldatan tek ses, uzak bir dalganın gürültüsü gibi çınlayan böceklerinkiydi. Bir keresinde çarpık bacaklı, karıncayiyen veya ayı benzeri bir hayvan, hantal bir şekilde gölgelerin arasında yalpalayarak uzaklaşmıştı. Bu, müthiş Amazon СКАЧАТЬ
6
Westminster Abbey, Thames Nehri’ndeki küçük bir adada kurulan bir kilisedir, ayrıca Isaac Newton, Charles Darwin gibi pek çok bilim adamının ve İngiliz kraliyet üyelerinin gömüldüğü bir kilisedir (e.n.).