Название: Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Автор: Артур Конан Дойл
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-42-6
isbn:
“Profesör Challenger.” dedi ağır ağır, sesi duygu doluydu ve titriyordu. “Size bir özür borçluyum. Ben çok yanılmışım efendim. Ümit ediyorum ki geçmişte olanları unutacaksınız.”
Çok güzel söylenmişti bu söz ve iki adam ilk defa el sıkıştılar. Net olarak gördüğümüz ilk pterodactyl’in kazancı bu olmuştu bizim için. Böylesi iki adamı bir araya getirmek, akşam yemeğimizin çalınmasına değerdi doğrusu.
Ancak diyebilirim ki platoda prehistorik bir hayatın varlığı söz konusuysa da pek bol değildi bu, çünkü ilerleyen üç gün içerisinde başka hiçbir emaresine rastlayamamıştık. Bu süre içerisinde taşlık bir çöl ile güney ve doğudaki tepelikleri yabani tavuklarla dolu ıssız bataklıklar arasında uzanan zorlu, çorak bir bölgeyi aştık. Bu yönde ilerlemek hayli zorlamıştı bizi; uçurumun tam dibinde, üzerinde yürünecek sertçe bir kenar uzantısı olmasaydı geri dönmek zorunda kalacaktık. Bu eski, yarı tropikal bataklıkta defalarca belimizin hizasına dek çamur ve pisliğin içine gömülmüştük. Hepsinin üzerine tüy diken olay ise bölgenin Güney Amerika’da rastlanan en zehirli ve saldırgan yılan olan Jaracaca yılanının çok hoşlandığı bir üreme alanı olmasıydı. Bu korkunç yaratıklar batağın üzerinde kıvrılıp bükülerek tekrar tekrar üzerimize atlayıp duruyorlardı; öyle ki kendimizi ancak tüfeklerimizi her an hazırda tutarak emniyette hissedebiliyorduk. Bataklığın üzerindeki huni biçimli, içinde yaşayan bir tür likenin cırtlak yeşil bir renk verdiği o basıklık, eminim ki yaşadığım sürece kâbuslarımda yer alacak. Çünkü bu basık alan her nasılsa bu iğrenç yaratıklara özel bir yuva işlevi görmekteydi, öyle ki bunların ağzı âdeta bu hayvanlarla kaynıyordu. İnsana gördüğü anda saldırmak, Jaracaca yılanına has bir özellikti. Vuramayacağımız kadar çok yılan olduğundan, yapabileceğimiz en sağlıklı işi yaparak tabana kuvvet kaçtık buradan, hem de nasıl kaçmak! Sonunda durduğumuz zaman tükenmiştik âdeta. Arkamıza dönüp baktığımız zaman korkunç takipçilerimizin kafalarının, gövdelerinin, uzaklarda sazlıklar arasında nasıl batıp çıktığını gördüm ve o sahneyi hep hatırlayacağım. Hazırladığımız haritada “Jaracaca Bataklığı” adını koyduk bu bölgeye.
İlerideki kayalıkların rengi değişmiş, şimdi çikolata gibi kahverengiye dönüşmüşlerdi. Bitki örtüsü daha da sıklaşmış ve yükseklikleri 100 150 metreye kadar inmişti. Ancak yine de çıkış için elverişli bir noktadan eser yoktu. Hatta işin doğrusu buraya tırmanabilmek, ilk başladığımız yerdeki noktadan tırmanabilmekten daha da imkânsızdı. Aşılmaz diklik, taşlık çölden çektiğim fotoğrafta da iyice belli olmakta.
“Yağmur mutlaka bir yolunu bulup aşağıya iniyordur.” dedim durumu değerlendirirken, “Kayalarda yağmur olukları olması lazım.”
“Genç arkadaşımız zekâ pırıltıları gösteriyor!” dedi Challenger omzuma hafifçe vurarak.
“Yağmur bir yerlere gitmeli.” diye tekrarladım.
“Evet, doğru söylüyor. Ama gerçek şu ki gözlerimizle de kanıtladığımız üzere kayalıklarda su oluğu yok.”
“O hâlde su nereye gidiyor?” diye ısrar ettim.
“Herhâlde dışarıya gitmiyorsa içeriye gidiyor demek doğru olacaktır.”
“O zaman ortada bir göl olmalı.”
“Öyle gözüküyor.”
“Büyük bir olasılıkla bu göl, eski bir krater olacak.” dedi Summerlee. Oluşumu tamamıyla yüksek derecede volkaniktir tabii ki… Ancak her ne şekilde olursa olsun, platonun yüzeyinin içinde epey bir miktar suyla dolu olarak içe doğru eğik olmasını bekliyorum ve bu da bazı yer altı kanalları vasıtasıyla Jaracaca Bataklığı’na bir yol buluyor olabilir.”
“Veya buharlaşma bir denge unsuru oluşturuyor.” diye işaret etti Challenger.
Ve böylece iki bilgin, sıradan biri için Çinceden farksız olan o normal bilimsel tartışmalarından birine daha dalıp gitti.
Altıncı günde kayalıklar etrafındaki ilk turumuzu tamamlayarak kendimizi başladığımız yerde, ana kayalardan ayrık olan zirvenin dibindeki kamp yerinde bulduk. Öylesine inceden inceye bir araştırma yapmıştık ki aldığımız sonuç bizim için tamamıyla bir hüsran olmuştu. Kayalıklar üzerinde en becerikli, en aktif dağcının bile çıkmaya cesaret edebileceği bir nokta olmadığı hepten kesinlik kazanmıştı artık. Maple White’ın kendi çıkış bölgesi olarak tebeşirle işaretlediği yer de geçit vermez bir hâldeydi.
Peki, şimdi ne yapacaktık? Erzağımız ve cephanemiz şimdilik iyi durumdaydı, ancak bir zaman sonra tazelenmeleri gerekeceği muhakkaktı. Birkaç ay sonra başlayacak olan yağmur mevsimini bekleyebilirdik ama bu da bizi kamp yerinden süpürür götürürdü. Kayalık, mermerden daha sertti ve bunu oyarak bir patika açmaya kalkmaya ne zamanımız, ne de elimizdeki araç gereç yeterdi. Bütün bu düşüncelerle o gece battaniyelerimizi çıkartıp yatmaya hazırlanırken birbirimizle neredeyse hiç konuşmamıştık. Bu derece moral çöküntüsü içindeyken de hiç garip değildi bu. Uykuya dalıp giderken son hatırlayabildiğim şey, kocaman kafasını iki eliyle tutmuş ve göründüğü kadarıyla derin düşüncelere dalmış Challenger’ın dev bir kurbağa gibi ateşin yanına çömelmiş görüntüsüydü. İyi geceler dileğimi duymadı bile…
Ancak sabahleyin bizi selamlayan Challenger bambaşka birisiydi sanki: Neşeden ve kendini tebrik etmekten dolayı etrafına ışık saçan bir Challenger. Kahvaltı için toplanmış olan bizlere bakarken yüzünde sanki, “Evet, evet, bütün söyleyebileceklerinizi hak ettiğimi biliyorum, lütfen dile getirmeyin de boşuna yüzüm kızarmasın şimdi.” der gibi, yerine uymayan sahte bir alçak gönüllülük ifadesi vardı. Sakalı övünçle parlıyordu, göğsü öndeydi ve elini ceketinin önüne sokuşturmuştu. Belki de zamanı gelince Trafalgar Meydanı’ndaki boş kaidelerden birine yerleştirilmeye uygun görüyordu kendisini… Londra’nın sokaklarına bir dehşet sahnesi daha eklenecekti demek.
“Evreka!” diye bağırdı, dişleri sakalının arasında parlayarak. “Baylar, beni tebrik edebilirsiniz ve biz de birbirimizi tebrik edebiliriz. Problem çözülmüştür.”
“Yukarı bir çıkış yolu mu buldun?!”
“Öyle düşünülebilir.”
“Nereden peki?”
Cevap olarak sağımızdaki СКАЧАТЬ