Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл страница 21

Название: Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Автор: Артур Конан Дойл

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-42-6

isbn:

СКАЧАТЬ dedi Lord John kayıtsızca. “Savaş tamtamları. Daha önce de duydum bunları.”

      “Evet, efendim, savaş tamtamları.” dedi melez Gomez.

      “Vahşi yerliler; bravo’lar, monso’lar değil; bütün yol boyunca bizi izliyorlar, ellerine düşersek bizi öldürecekler.”

      “Bizi nasıl gözetleyebilirler?” diye sordum hareketsiz karanlığa gözlerimi dikerek.

      “Yerliler bilir. Onların yolları vardır. Gözetliyorlar bizi. Tamtamlarla birbirleriyle konuşuyorlar. Ellerine düşersek bizi öldürecekler!”

      O gün öğleden sonra -cep günlüğüm bana Salı günü ve Ağustos’un 18’i olduğunu söylüyor- çeşitli noktalardan en az altı yedi davul çalmaktaydı. Bazen hızlı, bazen yavaş, bazen belli bir soru cevap ritminde. Uzakta, doğu tarafındakinden gelen kesik kesik patırtıyı, bir duraksamadan sonra kuzeyden yükselen pesten bir gürleme takip ediyordu. Sinirleri tahrip eden, tehditkâr bir şey vardı âdeta bu sürüp giden gürültüde, sanki tam melezin ağzından dökülen kelimelerin biçimine bürünmüştü bu ses, tekrar tekrar yankılanıyordu: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”,“Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” Sessiz ormanda hareket eden hiç kimse yoktu. Karanlık bitki örtüsünde doğanın tüm sükûneti, tüm barışı hâkimdi fakat uzaklardaki yerlerden gelen mesaj hep aynıydı: “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu doğudaki adamlar. “Elimize düşerseniz öldüreceğiz.” diyordu kuzeydeki adamlar.

      Gün boyunca davullar gürüldedi, fısıldadı ve saldıkları tehdit, yerli yol arkadaşlarımızın yüzlerine yansıyıp durdu. En bıçkın, çalımlı melez bile ürkmüş gibiydi. Her şeye rağmen o gün artık tamamen anlamıştım ki gerek Summerlee gerekse Challenger en üst düzeyde cesarete sahiptiler, bilimsel zekânın cesareti. Onlarınki, Darwin’i Arjantinli gaucho’ların7 arasında tutan veya Wallace’ın Malaya’lı kelle avcılarının arasında dolaşmasını sağlayan bir ruhtu. Merhametli doğa ana öyle bir şart koymuştu ki, insan beyni aynı anda iki şeyi düşünemiyor, dolayısıyla bilimin derinliklerine daldığı anda kişisel problemlere yer kalmıyordu. Bütün gün süren bu esrarengiz ve tehditkâr ortamda bizim iki profesörümüz, nerede hangi kuş varsa seyretmiş, kıyılardaki fundalıkları incelemiş ve Summerlee’nin hırıltılarına Challenger’ın pes homurtularının karıştığı esprili kelime yarışlarına girişmişlerdi. Yani denebilirdi ki etraftaki tehlikeye ve tamtamlarla ortalığı inleten yerlilere karşı takındıkları tavır, sanki St. James Caddesi’ndeki Royal Society Kulübünün sigara salonunda oturuyorlarmışçasına serinkanlıydı. Sadece bir kez bunlar hakkında konuşmaya tenezzül ettiler.

      “Miranha veya Amajuaca yamyamları.” dedi Challenger, başparmağıyla yankılanan ağaçlıkları işaret ederek.

      “Şüphesiz, efendim.” diye cevapladı Summerlee. “Bu tip bütün kabileler gibi bunların da poli-sentetik lisana ve Mongoloid tipe sahip olduklarını düşünüyorum.”

      “Elbette poli-sentetik lisan.” dedi Challenger, kabullenen bir tavırla. “Bu kıtada başka bir dil konuşulduğunun farkında değildim zaten ve elimde yüzden fazlasının notları var. Mongoloid teorisi hususunda ise derin şüphelerim var.”

      “Ben ise kısıtlı bir karşılaştırmalı anatomi bilgisinin bile bunu doğrulamaya yeterli olacağını zannediyordum.” dedi Summerlee öfkeyle.

      Challenger mütecaviz çenesini sadece yüzünün sakal kısmı ve başındaki şapkanın siperliği görünene kadar yukarı kaldırdı.

      “Tabii ki bayım, elbette kısıtlı bir bilgi böyle bir sonuç getirebilir. İnsan sınırsız bilgiye sahip olunca başka neticelere varabiliyor.”

      Birbirlerini karşılıklı bir meydan okumayla ve ateş saçan gözlerle süzerlerken, etrafımızda uzaklardan yayılan bir fısıltı yükselmişti: “Öldüreceğiz. Elimize düşerseniz öldüreceğiz.”

      O gece ağır taşları çapa niyetine kullanarak kanolarımızı nehrin ortasında demirleyip olası bir saldırıya karşı her türlü önlemi aldık. Buna rağmen hiçbir şey olmadı ve tamtamların uğultusu arkamızda yavaş yavaş ölüp giderken şafakta yolumuza devam ettik. Öğleden sonra saat üç sularında, bir milden daha uzun olan ve Profesör Challenger’ın ilk yolculuğunda başına bela açan çok dik bir çavlana geldik. İtiraf etmeliyim ki bunun görüntüsü yüreğime su serpmişti çünkü bu, önemsiz de olsa hikâyesinin gerçekliğini pekiştiren ilk işaretti. Yerliler, bu civarda oldukça sıkı olan çalılıklardan ilk önce kanolarımızı, daha sonra yüklerimizi taşırlarken, biz dört beyaz da tüfekler omzumuzda onların ve ağaçlıklardan gelebilecek herhangi bir tehlikenin ortasında yürüdük. Akşam olmadan çavlanları geçerek on mil kadar daha yukarıya erişmiş ve geceyi burada geçirmek için kamp kurmuştuk. Bu noktada, tahminimce ana nehrin kolundan itibaren en az yüz mil katetmiştik.

      Büyük yola çıkışı gerçekleştirdiğimiz an ise ertesi gün öğlenin erken saatleri olmuştu. Şafak söktüğünden beri devamlı bir huzursuzluk içinde kıyı bölgesini baştan başa tarayan Profesör Challenger, sonunda bir zafer çığlığı atarak tek bir ağacı işaret etmişti. Ağaç, nehrin kıyısının üzerinde garip bir açı oluşturmuştu.

      “Neye benzetiyorsunuz bunu?” diye sordu.

      “Muhakkak bir Assai palmiyesi.” dedi Summerlee.

      “Aynen! İşaret olarak bir Assai palmiyesini almıştım. Gizli delik, nehrin diğer tarafında, yarım mil ötede. Ağaçlar arasında bir açıklık yok. İşin olağanüstü ve esrarengiz yanı da bu. Orada koyu yeşil çalılıklar yerine açık yeşil sazlıklar göreceksiniz; orada, koca kavak ağaçlarının arasında, bilinmeze açılan özel kapım işte orada! İlerleyelim, o zaman anlayacaksınız.”

      Gerçekten de harikulade bir yerdi. Açık yeşil sazlıklarla çevrili alanı bulduktan sonra kanolarla kendimize yol açarak birkaç yüz metre ilerledik ve sonunda kumluk bir zeminde berrak ve serbestçe akan, sakin, sığ bir dereyle karşılaştık. Sanırım yirmi metre genişliğindeydi; her iki kıyısı da son derece bol bir bitki örtüsüyle bezenmişti. Çalılıkların kısa bir uzaklık boyunca yerini sazlıklara bıraktığını fark etmeyen hiç kimse, ileride böyle bir derenin veya bir masal diyarının var olabileceğini aklına getiremezdi.

      Zira bir masal diyarıydı burası, insan aklının hayal edebileceği en muhteşem masal diyarı. Yukarıda birleşen yoğun bitki örtüsü çaprazlamasına uzanarak doğal bir çardak yaratıyor ve bu yeşillik tüneli içerisinde yeşil, berrak bir nehir, altın gibi pırıldayan bir renk cümbüşünde akıp gidiyordu. Kendi güzelliğinin yanı sıra, yukarıdan filtre edilip gelen yumuşak, canlı ışığın garip tonlarıyla daha da olağanüstü bir görünüme kavuşuyordu. Kristal kadar duru, bir cam tabakası kadar hareketsiz, bir buz dağının köşesi gibi yeşil nehir, yapraktan kemer altında önümüzde uzanırken, her kürek darbemiz parlak yüzeyine binlerce küçük dalgacık gönderiyordu. Harikalar diyarı için çok uygun bir yoldu bu. Yerlilerin bütün vahşi emareleri kaybolmuştu, ancak hayvan varlığı şimdi daha bolcaydı ve hayvancıkların sokulganlığından avcılar hakkında hiçbir şey bilmedikleri anlaşılıyordu. Parlak, muzip gözleri ve kar gibi beyaz dişleriyle kıvır kıvır, küçük kara-kadife maymunları yanımızdan geçerken birbirleriyle çene çalmaktaydı. Ara sıra kasvetli bir gürültüyle kıyıdaki büyük СКАЧАТЬ



<p>7</p>

Bu tanım, Kuzey Amerika’daki “kovboy” sözcüğüne karşılık gelir (e.n.).