Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları. Артур Конан Дойл
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları - Артур Конан Дойл страница 25

Название: Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları

Автор: Артур Конан Дойл

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-42-6

isbn:

СКАЧАТЬ uğursuz, korku verici olasılıklar belirmeye mi başlamıştı?..

      Sessizce ayrılarak tekrar kayalıkların etrafını çeviren rotamıza devam ettik. Yüzey, resimlerini gördüğüm, Antarktika’da keşif gezisine çıkmış gemilerin direği üzerinden gözlemlenen, ufuktan ufuğa uzanan zemin buzulları gibi düz ve kırılmamıştı.

      Beş mil boyunca hiçbir yarık veya açıklık göremedik. Sonra aniden gördüğümüz bir şey ümitlerimizi tazeledi. Kayanın yağmurdan korunan bir oyuğunda, hâlâ batı tarafını işaret eden, tebeşirle kabaca çizilmiş bir ok vardı.

      “Yine Maple White.” dedi Profesör Challenger, “Kendisini arkadan takip edecek değerli adımların varlığını sezmiş olmalı.”

      “Tebeşiri vardı o hâlde?”

      “Sırt çantasında bulduğum eşyalar arasında bir kutu renkli tebeşir vardı, evet. Beyaz olanın dibine kadar kullanılmış olduğunu hatırlıyorum.”

      “Bu gerçekten de iyi bir delil.” dedi Summerlee. “Onun rehberliğini kabul edip batıya doğru ilerlemek en iyisi.”

      Beş mil kadar daha ilerlediğimizde kayaların üzerinde yeniden bir ok gördük. Oku gördüğümüz noktada kayalık cephe, ilk defa olarak dar bir yarıkla ayrılmıştı. Yarığın içinde, sanki zeminden yukarıda bir noktayı göstermek istercesine ucu yukarı doğru kalkık ikinci bir işaret vardı.

      Bayağı kasvetli bir yerdi burası, çünkü dev gibi duvarlar ve iki kat yeşillikle çevrelenmiş alanda zemine sadece zayıf, gölgeli bir ışık sızıyordu. Saatlerdir ağzımıza bir şey koymamıştık ve ağır, düzensiz yolculuktan yorgun düşmüştük. Buna rağmen, gerilmiş sinirlerimiz mola vermemize engeldi. Yine de kamp yerinin kurulmasını emrederek bu işi yerlilere bıraktıktan sonra, biz dört beyaz ve iki melez, dar geçitten ileriye doğru yola koyulduk.

      Ağızda genişlik on iki metre kadardı fakat ilerledikçe daralarak sivri bir köşede son buldu. Önümüz tırmanmak için çok düz ve kaygandı. Burası kesinlikle öncümüzün işaret ettiği yer olamazdı. Gerisin geri yola koyulduk -geçitin bütün derinliği çeyrek milden fazla değildi- ve aniden Lord John’un tetikteki gözleri yukarıda aradığımız şeyi gördü. Başımızın üstünde, yukarılarda, koyu gölgelerin arasında daha da karanlık, yuvarlak bir nokta vardı. Bir mağaranın ağzı olmalıydı bu kesinlikle.

      Kampa geri dönemeyecek kadar heyecanlanmıştık; ilk keşfi hemen şimdi yapmalıydık. Lord John, sırtındaki çantada bir el feneri taşıyordu ve bu da ışık işini halledecekti. Önünde küçük sarı ışığın yarattığı halkayla ilerlerken, biz de tek sıra hâlinde adımlarını takip ettik.

      Mağaranın su aşınmasına maruz kaldığı belliydi. Kenarlar kaygandı ve dip, yuvarlaklaşmış taşlarla doluydu. Tam tek bir adamın eğilerek girebileceği büyüklükteydi. Elli metre boyunca doğrudan kayanın içine doğru ilerliyor, daha sonra da 45 derecelik bir açıyla yukarı kıvrılıyordu. Bu eğim gittikçe daha da dikleştiği için, artık altımızda kayan gevşek kum ve çakılın arasında, ellerimiz ve dizlerimiz üzerinde ilerliyorduk. Aniden Lord Roxton’dan bir bağırtı yükseldi.

      “Tıkalı!”

      Arkasında, sarı ışığın aydınlattığı alanda kümelenmiş, tavana doğru yükselen bölük pörçük bir bazalt duvarı gördük.

      “Tavan çökmüş!”

      Dökülen bazı parçaları nafile yere dışarı taşımaya çalıştık. Bunun yarattığı tek etki, daha büyük parçaların koparak rampadan aşağı yuvarlanıp bizi ezilme tehlikesiyle tehdit etmesi olmuştu. Engelin, bizim kımıldatabilme gücümüzün çok ötesinde olduğu ortadaydı. Maple White’ın yukarı çıktığı yol artık kapanmıştı. Üzüntüden konuşamayacak bir hâlde karanlık tünelden tökezleye tökezleye çıktık ve kampa doğru yola koyulduk.

      Bununla beraber bir olay meydana geldi, ki daha sonra olacaklar açısından önem taşıyor.

      Uçurumun dibinde, mağaranın ağzından on iki metre kadar aşağıda küçük bir grup hâlinde toplanmışken, aniden ortaya çıkan dev gibi bir kaya aşağıya doğru uçarak yanımızdan geçmiş ve korkunç bir hızla yere çakılmıştı. Kıl payı kurtulmuştuk hepimiz de. Biz, taşın nereden geldiğini görememiştik ama hâlâ mağaranın ağzında bulunan iki melez hizmetçi, taşın kendi yanlarından uçarak geçtiğini, bu yüzden de zirveden düşmüş olması gerektiğini söylüyordu. Yukarı baktığımızda, tepemizdeki uçurumu kaplamış olan ormanlıkta hiçbir kıpırtı göremedik. Ama taşın bize nişanlanmış olduğuna hiç şüphe yoktu. O hâlde bu olay, yukarıda mutlaka insan yaşamı -habis, kötü niyetli insan yaşamı- olduğuna işaret ediyordu.

      Aklımız yeni gelişmelerle dolu olarak ve bunların planlarımızda ne gibi etkileri olacağını düşünerek, aceleyle yarıktan dışarı çıktık. Durum zaten yeteri kadar kötüyken, üstüne üstlük doğanın engellemelerine bir de insan faktörü eklendi mi artık hiç umut yok diyebilirdik. Buna rağmen, sadece elli altmış metre yukarımızdaki o güzelim yeşil saçağa bakarken hiçbirimizin aklından, Londra’ya, burayı derinlemesine keşfetmeden, eli boş dönmek gibi bir düşünce geçmiyordu, emindim bundan.

      Durum hakkında bir değerlendirme yaptıktan sonra tutulacak en iyi yolun, yukarıya çıkmak için başka elverişli bir nokta bulana kadar kayanın etrafında dolanmak olduğuna karar vermiştik. Yüksekliği hissedilir ölçüde azalmış olan uçurumun hatları, şimdiden batıdan kuzeye doğru eğim almaya başlamıştı, ki eğer bunu bir çemberin dönemeci olarak farz edersek çevrenin bütünü o kadar büyük olamazdı. O zaman en kötü olasılıkla birkaç gün içerisinde başlangıç noktamıza geri dönmüş olacaktık.

      O gün neredeyse yirmi yirmi iki mile yaklaşan sıkı bir yürüyüş yaptık, hem de hiç umudumuzu yitirmeden.

      Bu arada şunu da belirtmeliyim ki barometrelerimiz, kanoları bırakıp devamlı olarak yukarıya tırmanmaya başlayalı beri, deniz seviyesinden en az bin metre yüksekliğe çıktığımızı söylüyordu bize. Dolayısıyla bitki örtüsünde ve iklimde büyük bir değişim söz konusuydu; tropikal yolculukların en büyük belalarından olan o korkunç böcek istilasını kısmen atlatmıştık. Hâlâ birkaç palmiye ağacı göze çarpıyordu ve sürüyle de eğrelti ağacı ama Amazon bölgesine has ağaçlar artık geride kalmıştı. Burada, bu kuş uçmaz kervan geçmez kayalıklarda, çadır çiçeğini, çarkıfelek ve begonyayı görebilmek çok güzel bir şeydi; evi hatırlatıyorlardı bana. Hele kırmızı bir tanesi vardı ki Streatham’da bir villanın penceresinde gördüğüm begonyanın rengiyle tıpatıp aynıydı fakat kişisel hatıralara dalmamalıyım şimdi.

      O gece -hâlâ platonun etrafını dolandığımız ilk günden bahsediyorum- bizi muhteşem bir deneyim bekliyordu. Yanı başımızda bizi bekleyen harikalar hakkındaki tüm kuşku bulutlarını sonsuza dek dağıtacak bir deneyimdi bu.

      Sevgili Bay McArdle, bu satırları okurken belki de ilk defa, gazetenin beni buralara nafile yere, bir hayal peşinde göndermediğine ve profesör kullanmamıza izin verdiği zaman dünyayı ayağa kaldıracak haberler olduğuna inanacaksınız. İngiltere’ye kanıtlarımla dönemediğim takdirde bu haberleri yayımlamaya cüret etmeyeceğim yoksa gazeteciliğin gelmiş geçmiş en büyük Munchausen’ı olarak damgalanabilirim. СКАЧАТЬ