Mısır'ın Kutsal Kedisi. G. A. Henty
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mısır'ın Kutsal Kedisi - G. A. Henty страница 11

Название: Mısır'ın Kutsal Kedisi

Автор: G. A. Henty

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 9786258361452

isbn:

СКАЧАТЬ cesaretlendirdi. Ordu kamp yaptığı süre boyunca esirlerin elleri arkadan bağlıydı ama yürüyüş başladığında bağları çözülen esirler Mısırlı bir asker alayının ortasına yerleştirildi.

      Uzun ve meşakkatli bir yolculuktu. Yolda Mısır ordusunun daha önceki fetihlerinde buyruğu altına aldığı çeşitli yerlerde esir aldığı, buralara atanan birliklerin sorumluluğuna bırakılan ve yurda dönüş yolculuğu sırasında toplanan kölelerle birlikte esir kafilesindeki sayı bir hayli arttı. Yolculuk boyunca her geçilen yerden orduya tedarik etmek üzere erzak toplandı ve günlük katedilen mesafe kısa olduğu için esirler Suriye’nin güneyi ile Nil Nehri’nin başlangıcı arasında bulunan çöl yoluna girene kadar pek sıkıntı çekmediler.

      Burada ordu kafilesine büyük miktarda su taşınmasına rağmen esirlere verilen erzak son derece azdı; güneşin korkunç yakıcılığı altında yürüyen esirler devasa ordunun teptiği yollardan yükselen toz bulutu yüzünden neredeyse boğuluyordu, çektikleri ıstırap dayanılır gibi değildi. Diğer birçok esirde gözlemlenen kederli hali taşımayan Rebulu esirler mert duruşlarıyla yanlarında yürüyen birliklerin saygısını kazanmıştı. Alay, sıcaklığa ve ağır işlere alışık, atılgan ve çevik Libyalı paralı askerlerden oluşuyordu.

      Yolculuğa başladıktan sonra geçen üç ay içinde Amuba ve Jethro, hatta esirlerin çoğu Mısır dilini biraz öğrenmişti. Jethro en başta genç prense bunun onlara büyük yarar sağlayacağını söylemişti. Bu öncelikle geçmişi düşünüp durmaktan onları alıkoyacak, ayrıca Mısır’daki hayatlarını daha çekilir kılacaktı.

      “Şunu unutmamalısınız,” dedi, “bizler orada köle olacağız ve efendiler kölelerine karşı pek sabırlı değildir. Emir verdiklerinde söyledikleri anlaşılmazsa köleler için çok kötü olur. Dillerini bilmek bizi daha değerli kılar, dillerini konuşabilirsek bu sayede daha iyi muamele görebiliriz.”

      Amuba çölün usandırıcı durgunluğundan sonra Mısır ovalarının parlak yeşilliğine çıktıkları için son derece minnettardı. Mısır’a vardıklarında yürüyüş sıraları değiştirildi, esirlerin oluşturduğu uzun sıra kralın arabasının hemen ardından ülkeye giriş yaptı. Her biri yurtlarından getirilmiş bir parça ganimet taşıyordu. Amuba başının üstünde tapınak törenlerinde kullanılan büyük bir altın vazo tutuyordu. Jethro ise krala ait değerli bir miğfer ve zırh taşıyordu.

      Ayak bastıkları ilk şehirde Amuba devasa büyüklükteki görkemli yapılar ve baktığı her yerde gördüğü refah ve zenginlik karşısında afalladı. Sokaklar kral geçerken yerlere kadar eğilip onun başarılarını haykıran ve ordunun boyunduruğu altına aldığı birçok ülkeyi temsil eden uzun esir kafilesini ilgi ve şaşkınlıkla izleyen insanlarla hınca hınç dolmuştu. Amuba bunlardan da öte, uzun yolları sfenkslerle kaplı tapınaklar, tanrıları temsil eden devasa heykeller, muazzam büyüklükte sıra sıra sütunlar, görkemli ve heybetli mabetler karşısında hayrete düştü.

      “Bunları nasıl yapmışlar Jethro?” diye defalarca sordu hayret içinde. “Bu devasa taşlar nasıl bu düzene oturtulabilmiş? Bu kocaman heykelleri nasıl ovalar boyunca sürükleyebilmişler? O sert kayalardan bunları oyup çıkarmak için ne kullanmış olabilirler?”

      “Korkarım, Amuba,” dedi Jethro ciddiyetle, çünkü delikanlı artık kendisine prens demesini kesinlikle yasaklamış, bir köleye bu unvanla hitap edilmesinin alay etmekten farksız olduğunu söylemişti, “çok geçmeden tek kelimeyle bu olağanüstü şeyleri nasıl yaptıklarını acı bir şekilde tecrübe ederek öğreneceğiz. Bu tuhaf heykellerden birini bile taşımak için binlerce insan gerekmiş olmalı, halkın kendisi işin tamamlanmasına yardım etmiş olsa da seni temin ederim, en ağır kısmı kölelere yüklenmiştir.”

      “Peki, ama bu heykeller ne anlama geliyor Jethro? Hiç şüphesiz ne burada ne de başka bir ülkede bunlar gibi kadın suratlı, aslan vücutlu, devasa kanatlı yaratıklar var. Baksana, bazıları da erkek suratlı, boğa vücutlu, bazıları ise kuş başlı, erkek vücutlu.”

      “Tabii ki böyle yaratıklar olamaz Amuba, Mısırlılar gibi bilgili ve kültürlü bir halkın nasıl olur da tanrı olarak böyle tuhaf suretler seçebildiğini aklım almıyor. Tek aklıma gelen, bu heykellerin tanrıların kendisinden ziyade onların bazı özelliklerini yansıttığı. Bak, insan kafası zekâlarını, aslan ya da boğa vücutları ise güç ve kudretlerini, kuş kanatları da hızlarını temsil ediyor olabilir. Böyle olduğundan emin değilim ama sanırım buna yakın bir şey. Tanrılarının güçlü olduğunu kabul etmek zorundayız çünkü Mısırlılara diğer tüm halklar üzerinde zafer bahşediyorlar ama şüphesiz, bu tanrılarla ve daha birçok şeyle ilgili zamanla daha fazlasını öğreneceğiz.”

      Yolculuk üç hafta kadar daha sürdü ve bu süre boyunca esirler gördükleri karşısında hayrete düştüler. Özellikle ülke topraklarının olağanüstü verimliliği onları çok etkiledi. Rebulularda tarım oldukça ilkel düzeydeydi, bu yüzden geçtikleri her yerde gördükleri bol ve çeşitli ekin karşısında şaşkınlıktan âdeta donakaldılar. Rebulular sulamaya aşinaydı, hatta bu konuda İran oldukça gelişmişti ama Mısır’da bu amaçla yapılan onca çalışma, nehre çekilen devasa büyüklükte setler, kanal ve hendek ağları, her yerde görülebilen düzen ve tertip onları şaşkına çevirmiş, hayran bırakmıştı.

      Geçtikleri birçok şehir ve tapınak ihtişamlı ve görkemli yapısıyla daha önce gördüklerini bir hayli geride bırakıyordu, Amuba’nın şaşkınlığı ise asıl Mısır’ın yakın tarihe kadar başkenti olan Memfis’e vardıklarında zirveye ulaştı. Şehrin zenginliği ve refahı esirleri hayrete düşürdü ama en çok kentin birkaç mil ötesinde yükselen çok sayıda devasa piramidi görüp bunların bazı kralların mezarları olduğunu öğrendiklerinde şaşırdılar.

      Ülkenin tipik özellikleri yavaş yavaş değişiyordu. Sol tarafta bir dizi dik tepe nehre uzanıyordu, yürüdükçe buna benzer ama o kadar yüksek olmayan tepeler sağ tarafta görünmeye başladı.

      İki hafta daha süren bir yolculuğun ardından sonunda ordunun şen haykırışlarıyla Mısır’ın başkenti Teb’in, bu uzun ve yorucu yolculuğun varış noktasının göründüğü duyuruldu.

      Teb, Nil Nehri’nin iki yanına birden yayılmıştı. Nüfusun en yoğun bölümü nehrin doğu kıyısında toplanmıştı ama şehrin bu kısmında daha çok yoksul sınıf yaşıyordu. Nil’in Libya kıyısında da geniş bir nüfus yoğunluğu vardı, evler nehir kıyısına yakın bir bölgede dip dibe konumlanmıştı. Bu evlerin arkasında çok sayıda tapınak ve saray vardı, kral ve kraliçelerin mezarları ise sarp yamaçları zenginlerin kayalık mezarlarıyla oyulmuş daha da ilerideki vadide gömülüydü. Halkın yaşadığı evlerin hepsi alçak yapıda olduğu için çok miktarda tapınak, saray ve kamu binası arkalarından yükseliyor, şehre gelenler için çarpıcı bir görüntü oluşturuyordu; şehir ise geniş bir doğal amfiteatrın içindeydi, iki yanındaki tepeler hem üzerinden hem de altından nehre doğru uzanıyordu. Kraliyet ordusu Memfis’ten, nehrin batı kıyısından yürüyerek gelmişti ve sarayları ve tapınaklarıyla büyük Libya kentine yaklaşıyordu. Şehre yaklaştıklarında devasa kalabalıklar kralı ve dönen orduyu karşılamak için yollara döküldü. Coşku dolu nidalar yükseldi, borazan ve diğer müzik aletlerinin sesleri havayı doldurdu, büyük tapınaklardan dini tören alayları yoğun kalabalığın içinden istikrarlı adımlarla ilerliyordu; insanlar, tanrıların tasvirlerini ve sembollerini taşıyan rahiplerin ve hizmetçilerin geçmesi için hemen СКАЧАТЬ