Название: Mısır'ın Kutsal Kedisi
Автор: G. A. Henty
Издательство: Maya Kitap
isbn: 9786258361452
isbn:
Şehrin konumu savunma yapılacak şekilde belirlenmişti. Ovadan on beş metre kadar yükseklikte kayalık bir platodaydı. Doğusunda Hazar Denizi vardı, kalan üç tarafını ise taşlarla kabaca örülmüş topraktan yüksek bir sur kaplıyor, platonun sınırları boyunca ilerliyordu; üzerinde birbirinden yaklaşık elli metre mesafede kuleler yükseliyordu. Surların çevresi tam tamına üç mil uzunluğundaydı. Merhum kralın büyükbabası tarafından kurulduğu günden beri bu kent kimi zaman kuşatma altında kalmış olsa da hiçbir zaman işgal edilmemişti, Rebulular da artık Mısırlıların savaş arabalarından korkmadıkları için düşmanlarının tüm uğraşlarına karşı başarılı bir şekilde direniş göstermeyi tüm kalpleriyle ümit ediyorlardı.
Öğleyin Mısır ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördüler, şehrin muhafızları her ne kadar kendilerine güvense de ovada görünen devasa ordu karşısında kaygılanmadan edemediler. Mısır ordusu üç yüz bin kişinin üzerinde, güçlü bir orduydu. Askerleri silah ve uyruklarına göre düzgün bir sırada hareket ediyordu. Orduda Nübyeliler, Sardinyalılar, Etrüskler, Oskanlar, Daunlar, Maziceler, İberya’dan bir ırk olan Kahakalar ve Mısırlıların ilişkili olduğu bütün kabile ve halklardan grup grup paralı askerler vardı.
Sardinyalılar yuvarlak kalkanlar, üç dört mızrak ya da cirit, uzun, düz bir hançer ve sivri uçlu, üzerinde yuvarlak bir bilye bulunan bir miğfer taşıyorlardı. Etrüsklerin kalkanı yoktu, düz hançer yerine de ağır ve kıvrımlı bir kesme bıçağı taşıyorlardı; başlıkları ise biçim olarak günümüzde Ermenilerin taktıklarına çok benziyordu. Daunlar silahlanma biçimleri bakımından Yunanlar gibiydi; yuvarlak bir kalkan, tek mızrak, kısa, düz bir kılıç ve koni şeklinde bir miğfer taşıyorlardı.
Mısırlılar silahlarına göre gruplara ayrılmıştı. Sıcak çatışma için önü hafifçe kıvrılmış, ağır ahşaptan sopa taşıyan okçu alayları vardı, diğer okçu alayları nacak taşıyordu. Ağır piyadelerin hepsinde bir metrelik Mısır kalkanı vardı. Bu kalkan yukarı doğru genişliyor, yarı dairesel bir şekil alıyordu, altı ise düz bir şekilde kesilmişti. Kalkanların üst kısımları şişkindi. Bazı alaylar mızrakların yanı sıra ağır topuzlar taşıyordu, bazılarıysa balta. Miğferlerin hepsi başlarına tam oturuyordu, birçoğunun miğferinin üstünden metal püsküller sallanıyordu. Miğferler çoğunlukla kalın malzemelerden yapılmıştı, içleri dolgulu ve keçe kaplıydı; bunlar güneşin sıcağından koruduğu için metale tercih ediliyordu.
Her bölüğün kendine ait bir bayrağı vardı; bu bayrakların hepsi dini karakterde olup tanrıları için kutsal olan hayvanları, kutsal kayıkları, sembolik araçları ya da kral, kraliçe isimlerini temsil ediyordu. Bunlar metalden yapılıyordu ve mızrak ya da değneklerin uçlarında duruyordu. Bayrak taşıyanların hepsi mertliklerini kanıtlamış olan subaylardı. Ordunun arkasından devasa bir yük kervanı geliyordu, bu kervan alana varır varmaz kral ve üst düzey subayların çadırları kuruldu.
“Bu ne kalabalık böyle!” dedi Jethro Amuba’ya, saraya vardığında zırhını giyip genç prense surlara kadar eşlik etmişti. “Sanki ordu değil de koca bir ulus gelmiş. Şimdi bakınca dün yenilmemize değil de onca zaman direnmemize, bu kadar insanın savaştan kaçabilmesine şaşırıyorum.”
“Gerçekten de olağanüstü Jethro. Şu upuzun sıra olmuş savaş arabalarının askerlerle aynı sırada ilerleyişine bir bak. Neyse ki artık durmaları gerekiyor. Diğerlerine gelince, sayıları ne kadar fazla olursa olsun surlarımızın karşısında ellerinden bir şey gelmez. Ovalara dikebilecekleri hiçbir kule onları bu duvarların üzerine çıkaramaz, kayalıklar ise o kadar dik ki tırmanabilecekleri çok az yer var.”
“Surları aşmaları imkânsız görünüyor prensim ama biz yine de çok emin olmayalım. Güçlü olduğunu sanan birçok kentin Mısırlılar tarafından ele geçirildiğini biliyoruz, bu yüzden en cüretkâr girişimlere bile hazırlıklı olmalıyız. Kapılar halihazırda kilitlendi, üstlerine de o kadar büyük kayalar yığıldı ki şu an surların en sağlam yerleri o kısımlar; bu kapılara çıkan yolların keresteyle döşenen kısımları yakıldı, tırmanmak dışında kapılara da diğer giriş noktalarına da ulaşabilecekleri bir yol yok artık. Binlerce büyükbaş hayvan ve bol su kaynaklarıyla birlikte çevredeki bütün bölgelerden toplanan hasadın tamamı getirildiği için hemen hemen bir yıl yetecek kadar erzakımız var.”
“Evet, hazırlıkların yapıldığını duydum Jethro; Mısırlıların ilk saldırısına direnebilirsek hiç kuşkusuz onlardan daha fazla dayanırız çünkü o kadar devasa bir orduya erzak temin etmek onlar için çok zor olacak. Sence hangi taraftan saldırırlar? Şahsen başarı ihtimali olan hiçbir yol göremiyorum.”
“Bunu ben bilemem. Şehirlerimizin bizim ve çevre halkların gözünde ele geçirilemez olduğunu biliyoruz. Ama Mısırlılar her türlü savaş hilesine hâkimdir. Bugüne kadar birçok şehri kuşatıp ele geçirdiler, bizim bilmediğimiz bir sürü yol yöntem bildiklerine şüphe yok. Fakat ne olacağını yarın göreceğiz. Bugün bir saldırı girişimi olmaz. Komutanlarının önce surlarımızı inceleyip saldırıyı nereden yapacaklarına karar vermeleri gerek, böylesi bir taarruza kalkışmadan önce de ordu en az bir gün dinlenecektir.”
Öğleden sonra bir alay dolusu savaş arabası büyük platonun etrafındaki deniz kıyısından ilerlemeye başlayıp tekrar deniz kıyısına döndü, ardından okçuların menzilinin biraz ötesinde surların çevresini dolaştı.
“Mısırlı okçuların birazı bile bizde olsaydı küstah Mısır kralı bu kadar yakına gelmeye cüret edemezdi,” dedi Jethro. “Böylesine kuvvetli ok atabilmeleri olağanüstü. Oklarının menzili bizimkilerin tam tamına iki katı, güçleri ise en sağlam kalkanları, metalle güçlendirilenleri bile delip geçmeye yeter. Kendi gözümle görmesem bizimle aynı cüsseye, aynı kuvvete sahip adamların oklarını bu kadar güçlü bir şekilde atabilmesinin imkânsız olduğunu düşünürdüm. Bizim okçularımızdan daha farklı bir açıyla duruyorlar ve ok saplarını bizimkilerden tam otuz santim daha uzun olmasına rağmen başlarına kadar çekiyorlar. Mısırlılarla karşılaşana kadar kendimi iyi bir okçu sanırdım, şimdi ise hayal bile edemeyeceği kadar güçlü beceriler sergileyen yetişkin bir adamı izleyen bir çocuk gibi hissediyorum.”
Akşam olduğunda büyük meclis toplandı. Ordunun tüm üst düzey subayları, rahipler, kraliyet meclis üyeleri ve devlet büyükleri oradaydı. Görüşmenin ardından içinde bulundukları bu kriz ânında merhum kralın halefini seçmekle ilgili atılacak adımların ertelenmesinin doğru olacağına, ancak kuşatma süresince mutlak yetkinin Amusis’e atanması gerektiğine karar verdiler. Amuba da annesiyle birlikte meclisteydi ancak ikisi de verilen kararlara karışmadı. Aksine toplantı başladığında Amuba ve annesi adına meclisin verdiği karara rıza gösterip riayet edeceklerine ve kraliçenin de oğlunun da devletin başında böyle korkunç bir tehlike kol gezerken yetkinin, çoğunluğun böylesi bir durumda idareyi devralmaya en uygun olarak seçtiği kişinin eline bırakılmasını istediklerine dair bir beyanda bulunuldu.
O gece kralın naaşı büyük bir odun yığınında yakıldı. Başka bir zaman olsa bu tören şehre yaklaşık beş mil uzaklıkta, denize bakan dağlık dar bir burunda yapılırdı. Burada önceki hükümdarlar toplanan insan kalabalığının önünde yakılmış, devasa toprak yığınlarının altına gömülmüştü. Rahipler çok uzun zaman önce burayı krallığın en kutsal yeri olarak duyurmuş, bu kutsal СКАЧАТЬ