Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ali Akbaş Armağanı - Анонимный автор страница 14

Название: Ali Akbaş Armağanı

Автор: Анонимный автор

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-43-0

isbn:

СКАЧАТЬ Ben ve Ali Akbaş da bu görüşmelerde, aynı hayal kırıklığını yaşayabilirdik. Ama şükürler olsun ki, kaderimize bu yazılmamıştı. Bu bizim elimizde değildi aslında, yani kaderimizi yazan iradenin, Allah’ın dilediği oldu, kardeş olduk.

      Masal Çağı adlı şiir kitabı ile gıyabında tanıdığım Ali Akbaş’ı Azerbaycan’a davet etmiştim. Nihayet, 1988’de bir güz günü, Ali Akbaş, Kars üzerinden, Ermenistan sınırından geçip Azerbaycan’a ayakbastı ve kardeş hanesinde misafirim oldu. (Azerbaycan’da böyle bir mesel vardır: “Kardeşini tanıyor musun? Daha yoldaş olmamışsın” derler. Ama kader bana Ali Akbaş’la sadece yoldaş olmayı değil, aynı zamanda dost ve kardeş olmayı da kısmet edecekti.) Ali Akbaş, o gelişiyle bizlere dünyalar dolusu sevinç ve mutluluk getirmişti. Benim iki odalı evimde kalan mütevazı ve alçakgönüllü bu şair, eşimle ve o zaman yaşları çok daha küçük olan kızlarımla öylesine kaynayıp karışmıştı ki, sanki yıllardır bizim evdeydi, sanki yıllarca aynı çatının altında yaşamıştık. Bu, saçları yeni ağarmaya başlamış, ilk bakıldığında fazla dikkati çekmeyen adamın içinde, öyle yüksek fazlı bir sevgi vardı ki, tanıştığı bütün insanları, âdeta bu sevgi tılsımı ile büyülüyordu. O zamanlar Türkiye’den Azerbaycan’a gelişler henüz yeni başlamıştı. Ali Yavuz Akpınar ve rahmetli İbrahim Bozyel’den sonra, üçüncü gelen Ali Akbaş olmuştu. Önceden bir gezi planı hazırlamıştık. Ona ülkemizin en güzel, en önemli yerlerini gösterecektik. Ama o zamanlar, Azerbaycan, çetin imtihanlardan ve siyasi çalkantıların içinden geçiyordu. Ermeniler, kadim “Türk” toprakları olan Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak için yüz türlü hileye başvuruyorlardı ve Rusları da yanlarına almayı başarmışlardı. O nedenle “KGB” Azerbaycan’da kuş uçurtmuyordu. Ali Akbaş ile nereye gitsek, arabamızın peşine düşen başka bir araba, sürekli bizi takip ediyordu ki, onunla kendi evimde bile rahat konuşamıyordum. Çünkü konuştuklarımızın büyük çoğunluğunu sonraki gün gizli istihbarat görevlilerinin ağzından duyuyordum. Ben, o zamanlar Azerbaycan’da ileri görüşlü ve cesur çıkışları ile dikkat çeken ve Azerbaycan Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanan iki derginin: “Gençlik” ve “Molodost” dergilerinin genel yayın yönetmeniydim. İstihbarat görevlileri, benim üzerime fazla gelmeseler de, Ali Akbaş’la aramızda köprü olan arkadaşımı, bilgi vermesi için sürekli rahatsız ediyorlar; zaman zaman onu sorguluyorlardı: Neden şöyle konuştunuz? Neden öyle dediniz? Hatta KGB görevlileri bir gün bana: “Gizli servisin bir elemanı gazeteci kimliği ile gelecek, misafirinizle (Ali Akbaş) görüşecek” diye haber gönderdiler. Ben, “asla böyle bir şey olamaz,” diye anında itirazımı bildirdim. O zaman gizli servisin en yetkili adamı bizzat gelerek benimle görüşmek istedi ve görüştük. Ve bana:

      “Yurt dışından Azerbaycan’a gelen tüm misafirlerle, bu yolla görüşürüz, eğer buna imkân sağlamazsanız, biz de misafirinizi sınır dışı ederiz,” dedi.

      Ben de inat ettim:

      “O zaman ben de dergide, sizin bu tavrınızı yazar, yaptığınızı tüm dünyaya yayarım, başka misafirlere nasıl davrandığınız, onlarla nasıl görüştüğünüz beni ilgilendirmez ama ben, sizin bu yöntemle misafirimle görüşmenize izin vermeyeceğim,” dedim. Bu nedenle de bizi sıkı takibe almışlardı. Ali Akbaş ile gecenin üçünde, evimizin az ilerisindeki parka inip orada dert bölüşürdük. Ali Akbaş sonraları, Ankara’da Türkiye Diyanet vakfının yayınladığı “Seçilmiş Şiirler” adlı kitabıma yazdığı ön sözde bunları şöyle ifade etmişti: “Aslında Bakü de çok güzeldi; bizi Hazar’ın kıyısından buralara kaçıran neydi, niçin çıktık dağlara? Hürriyet arayışı, diyorum kendi kendime. Çünkü şehirde kapalı kapılar ardında dahi konuşamıyor insanlar. “Yerlerin de kulağı var diyorlar”. Oysa benim yığın yığın sorum, onlarınsa yetmiş yıldır saklanan sırları vardı.

      Ali Akbaş’ın bu tespitleri tamamen doğruydu, gerçekti, yaşananlardı. Yeri gelmişken, burada bir detayı da yazmayı borç biliyorum. Ali Akbaş, o zamanlar Sovyetler Birliğinden kaçıp Türkiye’ye sığınan bir opera sanatçısının Bakü’deki ailesine ulaştırılması için bazı eşyalar getirmişti. Ben, o eşyaları sahiplerine ulaştıramadım. Çünkü o zaman Ali Akbaş’ın sınır dışı edilmesi gündeme gelebilirdi. O zamanlar hadisenin iç yüzünü, doğal olarak Ali Akbaş’a diyememiştim. Ali Akbaş, benim bu “korkaklığımdan” dolayı, belki de hâlâ kızgındır. Ama ben, Ali Akbaş’ın, sınır dışı edilmesine fırsat vermek istemiyordum. Ben, onun vize süresince; son dakikaya kadar Azerbaycan’da kalmasını istiyordum.

      Ali Akbaş, Azerbaycan’da kaldığı zaman zarfında, yüz yüze geldiği, tanış ve misafir olduğu herkesin gönlünde taht kurdu. Azerbaycan’ın edebiyat ve kültür çevreleri ile tanıştı. O zamanlar, ben Azerbaycan genç yazarlar topluluğunun da başkanı idim. Gerek o toplulukta, gerek diğer görüşmelerindeki canlı temasları, öyle derin izler bıraktı ki, bu izler Azerbaycan topraklarından hâlâ silinmemiştir desem, belki de inanmayacaksınız. Şimdi, ben ne zaman Azerbaycan’a gitsem ve Ali Akbaş ile sohbetlere katılanlarla karşılaşsam, hemen Ali Akbaş’ı soruyorlar. İşin ilginç yanı odur ki, hep hafızasının vefasızlığından yakınan Ali Akbaş da, Azerbaycan’da görüştüğü bu insanların hepsinin adlarını birer birer sayıyor.

      Azerbaycan’da misafir olduğu sürece, onun gitmesi gereken her yere gittik, birçok yeri gezdik, Ali Akbaş orada silinmez izler bıraktı. “Her şey eskiyip gider; efendilikten gayrı…” diye boşuna dememişler. İlk tanıştığımız günden sonra geçen bunca zaman zarfında o, efendiliğinden asla taviz vermedi.

      Ali Akbaş Azerbaycan’a, Osmanlı kültür ve medeniyetini bir sünger gibi içine çeken ulu bir ermiş gibi gelmişti. Sanki Türkiye halkı uzun zaman ayrı düştüğü Kafkaslardaki kardeşlerine, örnek davranış sergileyebileceğinden kuşku duymadığı Ali Akbaş’ı seçmiş ve temsilci olarak onu göndermişti. Buna göre de diyebilirim ki, bu seçim asla tesadüfî değildi, bir kaderdi.

      Ali Akbaş ile sazlı, sözlü akıp giden o bir aylık zaman dilimi nasıl geçip gitti; hiçbirimiz anlayamadık. Ayrılık zamanı gelmişti ama Dağlık Karabağ çevresindeki olaylar günbegün daha sert bir hâl alıyordu. Artık Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaş başlamıştı. Bu durumda Ali Akbaş’ın Ermenistan sınırından Türkiye’ye geçmesi çok zor olacaktı. Onun Moskova üzerinden geri dönüşünü sağlamak için sarf ettiğimiz bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı. Müracaat ettiğimiz makamlardan: “Sovyetler Birliğine nereden girmiş ise ülkeyi oradan terk etmelidir,” cevabını almıştık. Onu yeniden Ermenistan üzerinden Türkiye’ye göndermek için Ermenistan’la sınır bölgesi olan Kazak ilimizin valisine başvurduk, o zamanlar “İsahan” adlı yiğit bir dostumuz emniyet müdürlüğünde çalışıyordu. İsahan, kendi arabasıyla Ali Akbaş’ı sınıra kadar uğurlayacaktı. Vali bey, Erivan’da yaşayan bir Ermeni tanışını Kazak’a davet edecek ve vali beyin davet ettiği Ermeni’nin refakatinde, İsahan’ın arabasıyla gideceklerdi. Ali Akbaş ile Kazak şehri ile Ermenistan sınırında vedalaştık. Bizim onu Türkiye sınırlarına kadar uğurlama şansımız kalmamıştı. Bu gidişimiz, Ermeniler arasında kuşku uyandırır ve böylece Ali Akbaş’ın Türkiye’ye dönüşünü de engellemiş olurduk. Şimdi bu olayları sakin kafayla yazmak çok kolay ama o zamanlar, tehlike hat safhada idi. Bu yüzden Ali Akbaş’ın dönüş yollarındaki tehlikeler ve içimdeki kaygılar, onun Türkiye’ye ulaştığı haberi gelinceye kadar, içimi parçalamıştı.

      Onun gidişinden sonra, derin bir boşluğa düşmüştüm. СКАЧАТЬ