Ali Akbaş Armağanı. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ali Akbaş Armağanı - Анонимный автор страница 13

Название: Ali Akbaş Armağanı

Автор: Анонимный автор

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-43-0

isbn:

СКАЧАТЬ temas kalmamıştı. O zor şartlarda paranın pulun, kalacak yerin ne kadar zorluklar doğurduğunu herhâlde anlatmaya gerek yok. Yine de fedakâr kimi arkadaşlar, gizlice eski tanıdık insanlardan, darbenin bulaşmadığı sosyal çevreden yardımlar alıyor, bunu kaçaklara üçer beşer dağıtıyorlardı. Ben de bir süre, aranıyor olmama rağmen, hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yurttaki odamda günleri dolduruyordum. Yurtlarda arama olacağı haberi gelince, bana bir tanıdığın evinde yer buldular. Sabah erkenden yedide verilen adreste olmalıydım. Ortalığın asker kaynadığı, her yerde kimlik kontrollerinin yapıldığı bir dönemde, verilen adrese söylenen saatte vardım. Kapıyı çaldım fakat açan olmadı. Birkaç kere daha çaldım, yine açan olmadı. Adres doğruydu, üstelik sanki içerde birisi var gibiydi ancak öyle anlaşılıyor ki, kaçak birisini saklama riskini son anda üstlenmek istememişti. Terk edilmiş, yüz üstü bırakılmış, küskün, üzgün ruh hâli içinde, her ne olursa olsun diyerek tekrar yurda döndüm. Yaşadığım hayal kırıklığı ve âdeta kişisel kaderimle baş başa kaldığım duygusu sebebiyle yakalanmak anlamını kaybetmişti. En kötüsü işkence görür, sonra da henüz bilmediğim, sadece filmlerden gördüğüm, kitaplardan okuduğum hapishaneye kapatırlardı beni. Tam o günlerde Ali abinin beni evine çağırdığı haberi geldi. Bazen sokakta, caddede kimi tanıdığım insanlara rastladığımda âdeta vebalıymışım gibi benden kaçanlara şahit olduğum bir zamanda Ali abinin daveti büyük fedakârlıktı. Kendi başına herhangi bir şey gelse ailesine ne olacağı şüphesiz bir endişe konusuydu. Çekinerek gittim. Ali abi beni candan karşıladı, hiç aranma konularına girmedi, âdeta evin bir ferdi gibi uzun süre onların evinde kaldım. Ayten ablanın yakın ilgisi, Ali abinin en ufak tedirginlik hissettirmeyen sıcak tutumu o süreçte bana çok iyi gelmişti. İnsanlık, karakter sahibi olmak, zorlu şartların sınamasından geçecek bir kişiliği bulunmak nitelikleri olağan zamanlarda sadece bir kelime, hayatın çalkantılı anlarında ise test edilen özelliklerdi. Ali abi hayatının her döneminde insani niteliklerin sahibi olduğunu gören gözler kadar; görmeyen, körelmiş vicdan sahiplerinin de açıkça şahit olacağı şekilde ortaya koydu.

      Hapse girdim, Mamak cezaevinde yattım, çıktım, hayat meşgalesinin içine daldım, okuryazarlık beni bir kader gibi üniversitede hoca olmaya götürdü. Kırk küsur yıllık bu dönemde Ali abi ile çok çeşitli temaslarımız oldu, sohbetler yaptık. Çocuklarının büyümesine şahit olduk. Ayten ablanın her zaman elinin lezzetinin ürünü olan sofralara oturduk. Dönüp baktığımda dile getirilecek ne çok hatıra, paylaşılan ne çok duygu, ortak keder ve ümit olduğunu görüyorum. Bütün bunları bir yazının hacmine sığdırmak imkânsız. Şimdi yaşadığımız hayatların kulvarlarından, ilişkiler biraz farklı aktığı için sık görüşemiyoruz. Arada telefonlaşıyor, birbirimizden haberdar oluyoruz. Çok yakın dostlarınız olur, görüşemeseniz bile onların orada olduğunu, bu gök kubbe altında soluklandığını, düşünmeye, üretmeye devam ettiğini bilirsiniz. Haberleştiğiniz zamanlarda aradan geçen zamanın kesintiye uğratmadığı bir yakınlığın ve sıcaklığın sözlere sarındığını, dile getirilmese bile kelimelerin gölgeliklerinde bütün canlılığıyla yaşadığını bilirsiniz. Ali abi ile ilişkilerimiz hep öyle oldu, öyle olmaya da devam ediyor.

      Edebiyatımızın büyük şairi, Anadolu’nun sesi, söğüdün ve serçenin çocuğu Ali abiye Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. O, yaşı kaç olursa olsun, her zaman genç, her zaman bir çocuk safiyetiyle yazmaya, çizmeye ve düşünüp üretmeye devam edecektir.

      KADER VE MANALAR ŞAİRİ

      Mehmet İSMAİL2

       Kimileri kadere, kimileri tesadüflere inanır. Ben kadere inananlardanım. Benim Ali Akbaş ile karşılaşmam, onunla tanışmam bir kader değilse, nedir?

      Yaşadığınız uzun bir ömrün zirvesinden geriye dönüp baktığınızda, bu ömrün bir saniyesinin dahi “tesadüfen” yaşanmadığını; “tesadüf” diye bir şeyin olmadığını bütün gerçekliği ile idrak edersiniz. Benim gibi, biri “Sovyet Dönemi,” diğeri “Bağımsızlık Dönemi” olmak üzere iki farklı siyasi rejimi aynı bedende yaşayan insanlar, bunu daha derinden kavramış olsa gerek. Şimdi, bu cümleleri yazarken, içinde yaşadığım şehrin de, başımdan geçen bir dizi olayların da, bir kader çizgisi üzerinde Tanrı nizamı olduğunu ve her şeyin, onun iradesine bağlı gerçekleştiğini adım gibi biliyorum. Niçin böyle düşünüyorum? Bunları düşünmeme sebep olan, bana bu satırları yazdıran o gerçeklikleri, şimdi, birer birer açıklayacağım.

      Azerbaycan’ın ücra bir köşesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul, hatta üniversitede okuduğum yıllarda, ders kitaplarımızda, bizim bir Türk kavmi olduğumuza ait hiçbir bilgi yoktu. Ders kitaplarında böyle bir şey yazılmıyordu; hocalarımız ise, bizim “Türk” olduğumuzu asla söylemiyor/söyleyemiyorlardı. Peki, daha o yıllarda, benim içimde başlayan “Türklük” sevgisi ve “Türkiye” sevdasının kaynağı; bu karşı gelinemez duyguların nedeni ne idi? Gerçi doğduğum, Oğuz bölgesi, dışarıdan göç almayan, dışarıya göç vermeyen, özbeöz Türklerin yaşadığı bir yerdi. Ama yasaklar o denli acımasız, o denli güçlü idi ki, bu kadim Türk yurdunda, “Türk” kelimesini dile getirmek, Sibirya’ya sürgüne gönderilmekle sonuçlanabilirdi. Buna rağmen Moskova’da üniversitede okuduğum yıllarda, bendeki Türk sevgisi dağdan inen deli sular gibi, karşısı alınamaz bir sele dönecek. Ve ben sınıfımızda, eski Sovyetler birliğinin çeşitli Türk bölgelerinden gelen öğrenci arkadaşlarımın arasında Türkçülüğü yaymaya başlayacaktım… O yıllar, gazetelerde bir Türk sporcusunun üstün başarı kazandığı haberini okuduğum gün, âdeta bayram ediyordum. Oysa öğrenci arkadaşlarımın birçoğu, “Türk” adının ne olduğunu dahi idrak edememişlerdi. Duyulursa, beni sürgüne yollayacaklarını bile bile, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yerini öğrenmiştim, o zamanlar, elçiliğe girmek için bir bahanem olmasa da, Türkiye büyükelçiliği görevlilerinin hangi restorana, hangi lokantaya gittiklerini de öğrenip; onlarla tanışmak fırsatı bulmuştum. Sonraları, SSCB Yazarlar Birliğinin dış ilişkileri komisyonuna, Türkiye’ye gitmek için defalarca dilekçe verdim ama her defasında Türkiye’ye gitmek isteyenlerin çok olduğunu bahane edip; beni gâh Küba’ya, gâh Vietnam’a, gâh Burkina Faso’ya gönderdiler. Böylece, otuzdan fazla ülkeye gittim, ama Türkiye’ye giden yollar, bana bilinçli olarak kapatılmış, isteklerim hep geri çevrilmişti.

      Türkiye’yi görme, oradaki soydaşlarımla görüşme arzumu içime gömdüğüm yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılıydı. Türkiye’ye giden, tanıdıklardan biri, bana bir mektup ve bir de “Masal Çağı” adlı bir şiir kitabı getirdi. Kitabı da, mektubu da, adını ilk defa duyduğum bir şair, Ali Akbaş göndermişti. Türkiye’ye gidemesem de, yıllar sonra Türkiye’den gelen bu hediyelere çok sevinmiştim. Nihayetinde destanî bir sevgi ile vurulduğum ülkeden geliyordu bu emanetler. O zamanlar bu mektup ve bu kitabın, benim önümde nasıl büyük bir ufuk açacağını hayal bile edemezdim. (O dönemler, Sovyetler Birliği bir gün yıkılacağını, benim anavatanım Azerbaycan’ın, kanlar içinde bile olsa özgürlüğüne kavuşacağını, yıllar yılı arzuladığım uğruna savaş verdiğim vatanım özgülüğüne kavuşsa da, o özgürlüğü, o vatanda doyasıya yaşamanın bana kısmet olmayacağını ve politik nedenlerden dolayı canım kadar sevdiğim vatanımdan ayrılıp Türkiye’ye sığınacağımı, Türkiye’ye vardığımda, bana en büyük yardımı Masal Çağı’nın şairi ve o mektubun sahibi olan, yüce Allah’ın benim kader çizgimi bir gün kesiştirdiği, Ali Akbaş’ın yapacağını nereden СКАЧАТЬ



<p>2</p>

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi misafir öğretim üyesi, Azerbaycanlı şair, yazar.