Название: Ali Akbaş Armağanı
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6981-43-0
isbn:
Hapse girdim, Mamak cezaevinde yattım, çıktım, hayat meşgalesinin içine daldım, okuryazarlık beni bir kader gibi üniversitede hoca olmaya götürdü. Kırk küsur yıllık bu dönemde Ali abi ile çok çeşitli temaslarımız oldu, sohbetler yaptık. Çocuklarının büyümesine şahit olduk. Ayten ablanın her zaman elinin lezzetinin ürünü olan sofralara oturduk. Dönüp baktığımda dile getirilecek ne çok hatıra, paylaşılan ne çok duygu, ortak keder ve ümit olduğunu görüyorum. Bütün bunları bir yazının hacmine sığdırmak imkânsız. Şimdi yaşadığımız hayatların kulvarlarından, ilişkiler biraz farklı aktığı için sık görüşemiyoruz. Arada telefonlaşıyor, birbirimizden haberdar oluyoruz. Çok yakın dostlarınız olur, görüşemeseniz bile onların orada olduğunu, bu gök kubbe altında soluklandığını, düşünmeye, üretmeye devam ettiğini bilirsiniz. Haberleştiğiniz zamanlarda aradan geçen zamanın kesintiye uğratmadığı bir yakınlığın ve sıcaklığın sözlere sarındığını, dile getirilmese bile kelimelerin gölgeliklerinde bütün canlılığıyla yaşadığını bilirsiniz. Ali abi ile ilişkilerimiz hep öyle oldu, öyle olmaya da devam ediyor.
Edebiyatımızın büyük şairi, Anadolu’nun sesi, söğüdün ve serçenin çocuğu Ali abiye Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. O, yaşı kaç olursa olsun, her zaman genç, her zaman bir çocuk safiyetiyle yazmaya, çizmeye ve düşünüp üretmeye devam edecektir.
KADER VE MANALAR ŞAİRİ
Mehmet İSMAİL2
Kimileri kadere, kimileri tesadüflere inanır. Ben kadere inananlardanım. Benim Ali Akbaş ile karşılaşmam, onunla tanışmam bir kader değilse, nedir?
Yaşadığınız uzun bir ömrün zirvesinden geriye dönüp baktığınızda, bu ömrün bir saniyesinin dahi “tesadüfen” yaşanmadığını; “tesadüf” diye bir şeyin olmadığını bütün gerçekliği ile idrak edersiniz. Benim gibi, biri “Sovyet Dönemi,” diğeri “Bağımsızlık Dönemi” olmak üzere iki farklı siyasi rejimi aynı bedende yaşayan insanlar, bunu daha derinden kavramış olsa gerek. Şimdi, bu cümleleri yazarken, içinde yaşadığım şehrin de, başımdan geçen bir dizi olayların da, bir kader çizgisi üzerinde Tanrı nizamı olduğunu ve her şeyin, onun iradesine bağlı gerçekleştiğini adım gibi biliyorum. Niçin böyle düşünüyorum? Bunları düşünmeme sebep olan, bana bu satırları yazdıran o gerçeklikleri, şimdi, birer birer açıklayacağım.
Azerbaycan’ın ücra bir köşesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul, hatta üniversitede okuduğum yıllarda, ders kitaplarımızda, bizim bir Türk kavmi olduğumuza ait hiçbir bilgi yoktu. Ders kitaplarında böyle bir şey yazılmıyordu; hocalarımız ise, bizim “Türk” olduğumuzu asla söylemiyor/söyleyemiyorlardı. Peki, daha o yıllarda, benim içimde başlayan “Türklük” sevgisi ve “Türkiye” sevdasının kaynağı; bu karşı gelinemez duyguların nedeni ne idi? Gerçi doğduğum, Oğuz bölgesi, dışarıdan göç almayan, dışarıya göç vermeyen, özbeöz Türklerin yaşadığı bir yerdi. Ama yasaklar o denli acımasız, o denli güçlü idi ki, bu kadim Türk yurdunda, “Türk” kelimesini dile getirmek, Sibirya’ya sürgüne gönderilmekle sonuçlanabilirdi. Buna rağmen Moskova’da üniversitede okuduğum yıllarda, bendeki Türk sevgisi dağdan inen deli sular gibi, karşısı alınamaz bir sele dönecek. Ve ben sınıfımızda, eski Sovyetler birliğinin çeşitli Türk bölgelerinden gelen öğrenci arkadaşlarımın arasında Türkçülüğü yaymaya başlayacaktım… O yıllar, gazetelerde bir Türk sporcusunun üstün başarı kazandığı haberini okuduğum gün, âdeta bayram ediyordum. Oysa öğrenci arkadaşlarımın birçoğu, “Türk” adının ne olduğunu dahi idrak edememişlerdi. Duyulursa, beni sürgüne yollayacaklarını bile bile, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yerini öğrenmiştim, o zamanlar, elçiliğe girmek için bir bahanem olmasa da, Türkiye büyükelçiliği görevlilerinin hangi restorana, hangi lokantaya gittiklerini de öğrenip; onlarla tanışmak fırsatı bulmuştum. Sonraları, SSCB Yazarlar Birliğinin dış ilişkileri komisyonuna, Türkiye’ye gitmek için defalarca dilekçe verdim ama her defasında Türkiye’ye gitmek isteyenlerin çok olduğunu bahane edip; beni gâh Küba’ya, gâh Vietnam’a, gâh Burkina Faso’ya gönderdiler. Böylece, otuzdan fazla ülkeye gittim, ama Türkiye’ye giden yollar, bana bilinçli olarak kapatılmış, isteklerim hep geri çevrilmişti.
Türkiye’yi görme, oradaki soydaşlarımla görüşme arzumu içime gömdüğüm yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılıydı. Türkiye’ye giden, tanıdıklardan biri, bana bir mektup ve bir de “Masal Çağı” adlı bir şiir kitabı getirdi. Kitabı da, mektubu da, adını ilk defa duyduğum bir şair, Ali Akbaş göndermişti. Türkiye’ye gidemesem de, yıllar sonra Türkiye’den gelen bu hediyelere çok sevinmiştim. Nihayetinde destanî bir sevgi ile vurulduğum ülkeden geliyordu bu emanetler. O zamanlar bu mektup ve bu kitabın, benim önümde nasıl büyük bir ufuk açacağını hayal bile edemezdim. (O dönemler, Sovyetler Birliği bir gün yıkılacağını, benim anavatanım Azerbaycan’ın, kanlar içinde bile olsa özgürlüğüne kavuşacağını, yıllar yılı arzuladığım uğruna savaş verdiğim vatanım özgülüğüne kavuşsa da, o özgürlüğü, o vatanda doyasıya yaşamanın bana kısmet olmayacağını ve politik nedenlerden dolayı canım kadar sevdiğim vatanımdan ayrılıp Türkiye’ye sığınacağımı, Türkiye’ye vardığımda, bana en büyük yardımı Masal Çağı’nın şairi ve o mektubun sahibi olan, yüce Allah’ın benim kader çizgimi bir gün kesiştirdiği, Ali Akbaş’ın yapacağını nereden СКАЧАТЬ
2