Название: Ali Akbaş Armağanı
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6981-43-0
isbn:
Ali ağabey ölümsüz mısralarıyla Aral’dan, Tuna’ya; Kaşgar’dan Endülüs’e; Kerkük’ten Hakasya’ya hüzün yüklü bulutların altında kanatlanır durur. Vatan toprağının “Ağ Kartalın onulmaz yarasına merhem olması gibi” Ali ağabeyde gönül yaralarımıza ata topraklarından şifalar aramaktadır. “Melâli bilmeyen nesle âşina değiliz” diyen bir büyük sanatkâr. Sanki Ali ağabeyi tarif etmektedir.
Daha gencecik bir üniversite öğrencisi iken Kaf dağının arkasından çıkıp gelmesini beklediği büyük kahramanına:
“Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğun
Haykırıyor bozkurtlar
Selam sana Başbuğum
Türklük bir yiğit arar
Tanrı dağları kadar
Canlansın hatıralar
Selam sana Başbuğum
Semerkantlar Kerkükler
Yaslı yaralı Türkler
Artık Alparslan kükrer
Selam sana Başbuğum
Altaylar’dan Tuna’ya
Yeniden bütün dünya
Görsün korkulu rüya
Selam sana başbuğum
Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan’a
Selâm selâm Turan’a
Selâm sana başbuğum
Mısralarıyla seslenirken de Türklüğün kara talihinin yeniden Ak şafaklara dönüşeceği “Tanrı Dağları’nın gözyaşlar” nın dineceği günlerin hasretini duymaktaydı.
Ali Ağabeyin 14. kardeşiyim. Bizimkisi yol kardeşliği, bu çoğu zaman bel kardeşliğinden de ileri bir kardeşlik.
Kendisine –aşağıda sizlerle paylaşacağım- mahbes yıllarında, otuz dokuz yıl önce yazdığım ve tanışıklığımızın da kısa hikayesi’nin yer aldığı mektubumu ve cevabî mektubunu okursanız bize hak vereceksiniz., 1970’li yıllarda Türkiye büyük buhranlarla çalkalanırken Ali Ağabey ve çağdaşı Türk münevverleri milletimizin ve insanlığın geleceği adına arayışlar içerisinde olan Türk gençlerine rehberlik etmeye çalışıyorlardı. Öyle bir rehberlik ki; Sultanü’ş Şuara’nın (Şairler Sultanı) dediği gibi “Kalemlerine mürekkep yerine ciğerlerinden kan çekerek” Milletimizin iman ve ruh köküne bağlı Milli İslami ve insani değerlerle mücehhez bir nesil yetiştirmek için adeta çırpınıyorlardı.
Ne yazık ki Ali ağabeylerin gözlerinden dahi sakındıkları genç nesiller, yazarına “gençliğim eyvah…” diye feryat ettirecek bir kanlı oyunun içine çekildiler. Onlar artık bir savaş ortamının çocuklarıydı.
Okullar, üniversiteler, mahalleler, şehirler “kurtarılmış bölgeler” ilan ediliyor bu dayatmalara karşı çıkanlara hayat hakkı tanınmıyordu.
Bir tarafta “dünya emekçilerinin dayanışması” adına Sovyet ve Çin rejimine özlem duyanlar, Vietnam’a, Ho Chi Minh’e ağıt yakanlar bir tarafta da “her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” uranıyla kalkınmış bir Türkiye özlemi duyanlar… “Yaşasın Dünya Türklüğünün Bağımsızlık Mücadelesi” haykırışlarıyla esir Türk illerine selam gönderenler .
Toplum öyle bir cinnet hali yaşıyordu ki ölmek kadar öldürmek de çok kolaydı. Ölümle hayat iç içe geçmişti. Değerler ölmek ve öldürmek üzerine anlam kazanıyordu. Gençler katilin de maktulün de birbirini tanımadığı kanlı bir girdaba sürükleniyordu.
Orhan Seyfi ŞİRİN:
“Tepelerden kanlı aylar doğardı
Dev ömürler bir namluya sığardı
Saçlarımız bir gecede ağardı
Sizler o günleri bilemezsiniz”
mısralarında bu karanlık günleri dile getir mekteydi.
Ali Ağabeyler gözlerinden bile sakındıkları gençlerin yabancı ideoloji ajanlarının oyunlarına, darbeci heveslere, siyasi ihtiraslara kurban edilmelerine razı olamıyorlardı. Kendi dünyalarında sevgiden başkasına yer vermeyen Ali Ağabeyler cemiyetin yaşadığı bu buhran çağında fırtınalı denizlerde sığınılacak liman arayan gençlere yüreklerini açıp onlara
Hacı Bektaş-ı Veli’nin diliyle seslendiler:
“Gönlünüzü kavî tutun,
Hakk’a sarılın,
Diyar-ı Rum boş sanırsız,
Aldanırsız!
Daha bozkır;
Dağları emzirmededir.
Hele dağlar tavlanadursun,
Dağlar, el ele verip halaya dursun,
Gör ne oyun oynarlar,
O hem tabut, hem ana!…”
Ali Ağabeyin dağa taşa uçan kuşa ağıtlar yakması, çocuk yaşta öksüz kalmasının yanı sıra biraz da gözlerinin önünden kaybolup giden bu dağ gibi delikanlıların hazin sonuna hayıflandığındandır. Zira bu kanlı oyuna yakın akrabalarından ve öğrencilerinden de kurbanlar vermiştir.
Kimdi bu gençler?:
Bu gençler; “Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğerkâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezeli ve ebedi karakter güzelliklerini arayış gayreti içindeydiler.”
Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren ‘alperen’, ‘gazi, derviş’, karakterine sahip olmaktı çabaları.
Bu delikanlılar ‘gençlik’ hallerinden ancak pirifâniye yaraşan feragat ve istiğna hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini taşın altına koymuşlardı. Çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar… Öğretilmemiş , tevârüs edilmiş bir asaletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler. Din-i devlet mülk-i millet uğruna canlarını bile vermekte tereddüt etmediler.
“Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayası ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için ‘maznun’ iken de ‘mahpus’ iken de, ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.”
“Hüznü СКАЧАТЬ