Название: Ali Akbaş Armağanı
Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6981-43-0
isbn:
“Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız
Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan
Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla
Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.”
SÖĞÜTÜN VE SERÇENİN ŞAİRİ
Naci BOSTANCI
Ali Akbaş ile ilgili bir yazı talep edildiğinde kendisini kaç yıldır tanıdığımı düşündüm. 40 hayır, 50… Geriye doğru gittiğimde bir başlangıç zamanı bulmakta zorlandım. Hafızamın zayıflığından değil, Ali abi ile tanışıklığın âdeta zamandan bağımsız niteliğindendi bu. Eğer bir insan hayatınızda çok önemli rol oynamış, insanlığı, nezaketi, fedakârlığı ile sizi dönüştürmüşse sanki hep hayatınızda varmış gibi gelir. Ali abi de öyle, doğdum ve hayatımda oldu, her ne yaşadımsa onun da olduğu bir zamanda yaşadım.
1976’da Siyasal Bilgiler Fakültesine öğrenci olarak geldiğimde Ankara gri bir şehirdi. Bozkırın ortasında, rüzgârın savurduğu topraklarla oluşmuş höyükler gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden çeşitli nedenlerle kopup gelmiş insanların, bir şehircilik düzeni içinde değil, tamamen sosyal ilişkilerin karakterince şekillenmiş bir yapısı vardı. Gecekondularla merkezin hem mimarisi hem insanları iç içeydi. Bir dolmuşa bindiğinizde çok kısa bir sürede âdeta farklı ülkelerden geçiyormuş duygusu uyandıran bir yolculukla gideceğiniz yere ulaşırdınız.
Ankara’yı gri şehir yapan Türkiye’nin o dönemdeki genel az gelişmişliği, siyasetin çatışmacı karakteri ve en önemlisi de toplumsal-politik olayların sebep olduğu cinayetler, katliamlardı. Seksen öncesi olayların çeşitli sebepleri sayılabilir ancak bana öyle geliyor ki, en önemli unsurlardan birisi coğrafi yakınlık ile tezat teşkil eden derin sosyal mesafeydi. Tabir caizse, yiyecek ekmek bulmakta zorlanan insanların lüks hayatlara şahitliği “bir hamlede bütün bu haksızlıklara son verecek radikal rüyalara” güç veriyordu. O dönemde genç olup, toplumsal sorumlulukları hayatının ödevi gibi görenlerin siyasal ütopyalara yüz çevirmesi imkânsızdı. Bu kocaman dünya karşısında ne yapabilirdin ki ancak başkalarıyla birlik olur, ortak bir siyasal hareketin parçası hâline gelirsen, işte o zaman dünyayı yerinden oynatacak sağlam dayanağı inşa edebilirdin. Düşüncemizin özeti buydu. Toplumsal sorumlulukların davet ettiği fikirlere yakınlaştıkça, çatışmanın acımasız ve çok gerçek dünyası militan bir romantizmin hayat kaynağına dönüşüyordu. “Bizler” adanmış gençlerdik, hayatımız mutlaka çok kısa olacaktı, o yüzden aldığımız her nefesi “aziz milletimiz” için almalı, her anımızı bir büyük rüyanın inşası için harcamalıydık. Takdir edilmelidir ki, taşradan kopup gelmiş gençler, büyülendikleri metropoller karşısında bir varlık ve kimlik sahibi oldukları duygusunu onlara kazandıran büyük anlatılara daha fazla açıktılar. Böylelikle, bir yanda morglardan kaldırılan genç cenazeler, diğer yanda her bir hücremize kadar sirayet eden militan romantizm dünyaya bakışımızı duyarlı ve mistik bir halenin ışığıyla aydınlatıyordu.
İşte Ali abi ile tanışıklığımızın sosyal panoraması çok kısa bir şekilde böyle özetlenebilir. O zamanlar Gazi Üniversitesi’nde hocalık yapıyordu. Elbette Ankara’nın gri havası üniversitelerin binalarına, koridorlarına, bahçelerine de sinmişti. Bunun yanı sıra nereden hangi tehlikenin çıkacağını bilememenin getirdiği tedirginlik ve gençlerin yoğun olduğu yerlerin daha riskli karakteri, üniversitelere ayrıca karanlık bir hava veriyordu. Ancak üniversiteye gidip Ali abi ile buluştuğumuzda birden ortam aydınlanır, onun güleç yüzü, her zaman ümitvar bakış açısı, hayatın yüklerinden kurtularak dostluğun, yakınlığın iklimini solumanın huzuruna bizi ulaştırırdı.
Ali abi, o zamanlar Emek mahallesinde küçücük, kutu gibi bir evde otururdu. Ev küçük fakat Ali abinin gönlü, kalbi büyüktü. Halkın tabiriyle “tek tabanca” olarak geçinmeye çalışan, yani kendi geliri dışında herhangi bir akarı bulunmayan, o gelirin de bir küçük memurun standartlarının ötesine geçmeyen Ali abi, sorgulanamaz bir zenginlik izlenimi ile davranır, her zaman yarı aç gezen bizim gibi öğrencileri mutlaka evine götürürdü. Bu, sadece o gün için değil, ısrarlarına dayanamazsanız ertesi gün de onun başmisafiri olacağınız anlamına gelirdi. Ayten abla evin küçüklüğü ile yarışan daracık bir mutfakta, tıpkı o ev ve mutfak gibi sınırlı imkânlarla harikalar yaratır, sofrayı bir şenliğe çevirirdi. Ali abiye gittiğinizde, sadece yeme içme değil gönlünüz de dostlukla doyar, şiirden edebiyata ve nihayet müziğe kadar geniş bir yelpazede sohbet akıp giderdi. O zamanlar çocuklar Taşer, Emre ufaktı ve Elif de beşikteydi. Selçuk ise henüz dördüncü kardeş olarak dünyaya gelmemişti. Ali abi zengin edebî sohbetlerden küçüklerin de faydalanması için bir vesile onları da ortama dâhil ederdi. Nitekim daha sonradan Emre, usta bir saz icracısı oldu.
Ali abi şairdi. Şiir onun için her bir sesin her bir kelimenin ve elbette her bir anlamın incelikle dokunduğu, esasen iç dünyasında şekillenmiş şiirin ifadesini bulup kâğıda intikalinin hassas bir sanatkârlıkla şekillendiği en temel varoluş nedeniydi. Yazdığı şiirleri bize okurken, aslında iç dünyasındaki karşılığına ne kadar ulaşmış olduğunu araştıran tedirgin yüzünü görürdünüz. Arada size bakarken, tamam ben bu şiiri yazıyorum ancak karşıdaki bundan ne anlıyor, aynı ruh hâlini yakalayabiliyor mu, dikkatini yüzünden okumak mümkündü. Ancak sonuçta onun için şiir, Puşkin’in meşhur “Sen Çarsın yürü…” dediği anlayışla, kendi iç sesinin tekemmül etmiş hâli olarak anlamına ulaşıyordu. Onun şiirlerini okurken neredeyse telaffuz etmeye kıyamayacağınız bir nahiflik, duyan yüreklere hitap eden bir incelik, hayatın ahengine eşlik eden bir müzik ancak her zaman ahlak ve meydan okuyan vakur bir bu toprakların dili kendini gösterirdi. Şiirinde âdeta bir varlık olarak şairin aradan çekildiğini, kendini paranteze aldığını, okuyucusu ile bu toprakların sesini, sıcaklığını, o mahrem duyarlılığını, yiğitliğini, heybetini karşı karşıya getirdiğini görürdünüz. Onun sanatkâr tavrı, esasen bir sanat olarak gördüğü Anadolu toprağının, insanının şiirde dile gelme hâli olarak ifade edilebilir.
Ali abi için Anadolu, üst üste savaşlarla yanmış yıkılmış bir kolektif kaderin mübarek toprakları, küllerinden yeniden doğmasını bilmiş bir iradenin, cesaretin, aklın anıtı, çorak yapıyı berekete çeviren bir mucizenin Anadolu’ya yettiği gibi misakı millî sınırlarına hatta daha ötesine hayrı dokunan bir hayat kaynağıydı. Anadolu’yu en güzel şekilde sembolize eden söğüt ve serçeydi. Söğüt, kendiliğinden büyür, rüzgârlarda hışırdar, yorgun Anadolu insanını altında dinlendirir, serçe ise görenlerde merhamet uyandıran küçük bedeninden umulmadık bir hayatta kalma becerisini gösterirdi. Bizler, hayatlarımıza dikkatli bir şekilde bakarsak söğüt ve serçe ile ne kadar fazla benzerliklerimiz olduğunu görürdük. Anadolu’nun taşrasından büyük şehirlere savrulan serçelerdik evet, fırtına, tipi, kasırga ortalığı alt üst ederken, tıpkı onun gibi direnerek var olmanın yolunu bulan varlıklardık. Aynı zamanda söğüt gibi bizim olan bu topraklara kök salmak, fırtınaya rağmen her şartta ayakta durmak bizim karakterimizdi.
12 Eylül darbesi yapıldıktan iki ay sonra birçok insan gibi benim de gıyabi tevkifim kesilmiş, radyodan, televizyondan duyurulmuştu. Henüz gıyabi tevkifin anlamını dâhi bilmiyordum, sözlükte buldum: Yokluğunda tevkif. Yani seni bulamamışlar, СКАЧАТЬ