Название: İslam Tarihi
Автор: Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-04-4
isbn:
Bu iki fikrin çarpışması bir izdivacı gerekli kıldı ve ondan “Hristiyanlık” doğdu. Yeni doğan bu çocuk, her izdivaçta olduğu gibi, baba ve anasının ortak özelliklerini aldı. İbraniler, Aryanilere küçük ve saf bir cemiyeti idare etmeye yetebilecek birkaç yüce ahlaki prensip ve Allah’ın birliği fikrini götürmüşlerdi. Aryaniler, prensiplere kendi sosyal görüş ve geleneklerini ilave ettikleri gibi “tanrı çokluğu” fikrini de ilave ettiler. İsevilikte halik bir iken Hristiyanlıkta (kelime oyunundan vazgeçilirse) üç oldu. Hint’in “Trimurti”sini, Eski Mısır’ın teslisini andıran bu ilah sistemi bir kere kabul olunduktan sonra, ikinci derecede ilahlar yerine de sürülerle şehitler, azizler getirilerek yine eski dine geri dönüldü. Gerçekten Hristiyanlık ile Yunan ve Roma putperestliği arasındaki fark hiçbir hakikat ifade etmeyen “Allah birdir.” cümlesinin eklenmesinden ibaret kalmıştı.
Eski Jüpiter veya Zeus’un ismi değiştirilmiş ve “Baba” unvanıyla yine uluhiyet makamında bırakılmıştı. Jönon, Azra (kızoğlan kız, Hz. Meryem’in sıfatı) ismini, Promete de Mesih (Hz. İsa’nın sıfatı) adını alarak din sisteminin esası kurulmuş idi.
Bu yeni din, her tarafta aynı tesiri yapmıyordu. Ciddi ve azimli olan Romalılar ve genel olarak Batılılar, Hristiyanlığın (her yeniliğin muhite göre tesiri kanunuyla) varlığından yeni bir hayat kuvveti ve düzen fikri almak suretiyle istifade etmişlerdi. Fakat Roma medeniyetiyle, Yunan medeniyetinin farkları, Hristiyanlık adı altında gizlendikten sonra da çok açık bir şekilde görülmektedir.
Yunanlılık, Romalılığa manen galip geldikten sonra, Doğu imparatorluğunda yeni din, eskisi gibi oyuncak olmuş ve hükmü kalmamıştı. Netice olarak Doğu imparatorluğu da İran gibi çok büyük ve fakat kokuşmuş, dağılmış bir varlık gösteriyordu.
Hint, Çin’e yakın bir tarihî özelliklere sahiptir. Kendi yağı ile kavrulmasını seven bu büyük ülke, fatihler yetiştirmediği gibi misyonerleri de yetiştirmemiştir. Hintlilerin gayretiyle değil, kendi kendine ve yabancıların istekleriyle Uzak Doğu’ya doğru yayılan Buda dininden sonra, Hint’in cihanın her yanına din yaymaya meylettiği görülmemiştir. Gerçi Hintlilerin bazı felsefi fikirleri Yunanlılara ve Romalılara kadar gelmişse de yerel mitolojilere karışmış veyahut yerel felsefe ekolleri içinde gizlenip gözden kaybolmuştur.
Hristiyanlığın ortaya çıkmasından ve millî istiklallerinin mahvolmasından sonra Yahudiler, müthiş bir düşmanlığa maruz kalmış, serseri ve zelil, her türlü nüfuzdan mahrum ve her vatanın yabancısı olmuştu.
Bu durumlar, incelenir ve değerlendirilirse tamamıyla görülür ki gerek dinin genel durumu ve gerek diğer medeni hususlar fena bir duraklama ve hatta gerilemeye uğramıştı.
Aryani medeniyetinin ahlaka aykırı ve bozuk tarafları, dinin ahlak ve temizliğini bozmuş ve yok etmişti. Dinin şekil ve tutucu yönleri, medeniyetin teknolojisini ve ilerlemesini yasak etmişti. Öyle ki Doğu ve Batı’yı, cahil ve ahlaksız, yobaz ve geri kalmış kavimler kaplamıştı. İbrani dehası ile Aryani dehasının bir araya gelmesinden oluşan cılız ve melez bir varlık, Yunan ve Roma medeniyetinin amiyane ve şairane bazı özelliklerini aldıktan sonra o medeniyetlere idam hükmü vermişti.
Sokratlar, Pisagorlar, Demokritoslar, Eflatunlar, Aristolar yetiştirmiş olan Yunanlılar, şimdi aptal ve şaşkın ruhaniler; Senekalar, Pliniuslar, Aureliuslar, Çiçerolar yetiştirmiş olan Romalılar, artık meczup ve sersem rahipler yetiştiriyordu.
3. Dinî ve Sosyal Genel Durum
İnsanlığı, olduğu yerde saymaktan yahut geriye doğru dönüşten kurtaracak, insanlığa yeni bir yetişme ve yükselme kudreti verecek bir fikir, ortada yoktu. Böyle bir fikri doğuracak vicdan da ortada görülmüyordu.
İnsanlığı, içine düştüğü cahillik ve kötülük çukurundan kurtaracak fikir, alelade ve mahallî, sınırlı ve millî bir fikir olamazdı, öyle bir fikir lazımdı ki onun yüceliğinin parlaklığı gözleri kamaştırsın, onun ışık demetleri her yere ve her kalbe nüfuz edebilsin. Öyle bir fikir lazımdı ki kapsama dairesi dışında insan ihtiyaçlarının hiçbirisi kalmasın. Bu fikir, yalnız felsefi bir fikir olamazdı. Zira felsefe, hiçbir vakit çok sınırlı bir daire dışına çıkmamış, hiçbir vakit insanlığın bütününün sevk edicisi ve hâkimi olmamıştır.
Bu fikir yalnız, dinî de olamazdı. Zira yalnız dinî bir fikir, insanlığı yönlendiremez, aksine hareketten alıkoyar. Evet, sade dinî bir fikir, bir millet değil, bir münzevi ve meczup sürüsü meydana getirirdi.
İnsanlığı kurtaracak olan bu fikrin, toplayıcı bir fikir olması lazımdı. İnsanlık, hususi fikirlerin şevkiyle yapabileceği gelişmeleri yapmış ve yine gelişme yoluna girmesi için hususi fikirlerin hepsini kendinde toplayacak bir “toplayıcı fikir”e muhtaç kalmıştı.
4. Kâinat Kanunlarının En Geneli: Hadiselerin Mantıki Zinciri
Bu âlemde meydana gelen ve bin türlü isimle anılan hadiseler, bir mantık zinciri içerisindedir. Gelişme [tekâmül] dediğimiz sihirli kelimenin ifade ettiği hakikat budur. Tarihî olayları geniş bir vicdan ufkunda oluş sırasına göre sıralasak, başlangıçlarla ortaları, geçitlerle sonuçları şümullü bir bakış açısıyla değerlendirmeye alsak, birbiriyle hiçbir bağlantısı yok sandığımız tarihî hadiselerin birbirine garip ve hayret verici bir yakınlıkla bağlı olduğunu, mantıki bir teselsül ile birbirine bağlanmış olduğunu görürüz. Ve yine görürüz ki bu teselsülde tesadüfe, körlüğe, ihtimale, keyfe hiç yer yok. İntizam, vazife ve gaye: İşte bilimsel bakışın varlık sahasında görebileceği şey.
5. İslami Gelenekler ile Sosyoloji İlminin Kurallarının Birbirine Uygunluğu
İnsanlık, gelişme devirlerinde, özel fikirlerin hepsini eskitmişti. İnsanlığı, bu defa atalet durumundan kurtarmak için bir Zerdüşt, bir Aristo, bir İsa (a.s.) kâfi gelemezdi. Bu toplayıcı fikri beşeriyete hediye edecek zat, hem peygamber hem veli hem siyasi hem iktisatçı hem filozof olmalıydı.
İşte insanlığı, içine gömüldüğü karanlıklardan nura çıkaran o toplayıcı fikir “İslam”, o nurun çok yüce doğuş yeri “İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)” oldu.
İşte yalnız bu bakımdan deriz ki İslam dini, tabii bir dindir. İslam dini, yalnız Allah’ın muradının değişmez ve daimî bir şekilde faaliyetinin bir netice ve mahsulü olmak itibarıyla deriz ki ortada hiçbir olağanüstü durum yoktur!
Burada harika hakkında fikrimizi açıklamamız gerekir. Diğer dinlerde ve eski kavimlerdeki kabul görüş şekline göre “harika” iki kısma ayrılır:
1. “Bir amaca ulaşabilmek için Cenabıhakk’ın ilahi faaliyeti gereği olan âdet ve kanunları değiştirmesi”
2. “Beşerin bilgi sahibi olma imkânının, insani tecrübenin üstünde kalan hadiseler”dir.
İslami hakikate göre de harikalar, bu son şekilde makbuldür. İlahi olayların hepsi harikadır. Öyle ki biz bu olayların mahsullerini bazen o derece gafletle algılarız ve o ürünleri görmeye o derece alışmışızdır ki СКАЧАТЬ