Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Автор: Марсель Пруст
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-41-9
isbn:
Bazen, öğle sonrasının ortalarına doğru, bahçıvanın kızı, deli gibi koşup yoluna çıkan bir portakal fidanını devirir, parmağını keser, dişini kırar, Françoise’la ben koşup bakalım, neler olduğunu kaçırmayalım diye, “Geldiler, geldiler!” diye bağırarak okumamı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin garnizon manevralarından ötürü Combray’yi baştan başa katettiği ve genellikle de Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçtiği günlerdi. Hizmetkârlarımız, parmaklığın önünde sıraya dizilmiş şekilde sandalyelerde oturup pazar gezmesine çıkmış Combray sakinlerini seyreder ve kendilerini onlara gösterirken bahçıvanın kızı La Gare Caddesi’nde çok uzaktan görünen iki evin arasındaki açıklıktan miğferlerin parıltısını seçerdi. Hizmetkârlar, alelacele sandalyelerini içeri alırlardı çünkü zırhlı süvariler Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçerken sokaktaki bütün boşlukları doldurur, dörtnala ilerleyen atlar yatağına sığamayan, azgın bir akarsuyun kenarlarına taşması gibi, kaldırımları kaplayarak neredeyse evlere sürtünürlerdi.
“Zavallı çocuklar!” derdi Françoise parmaklığın önüne yeni gelmiş olmasına rağmen gözyaşlarına boğulmuş hâlde. “Bu zavallı gençleri çimen gibi biçeceklerini düşündükçe yüreğim sızlıyor.” diye ekledi elini sızlayan yüreğine bastırarak.
“Gençlerin hayatı ciddiye almadıklarını görmek ne kadar da güzel, öyle değil mi Françoise?” derdi bahçıvan da ortalığı “kızıştırmak” için.
Sözleri boşa gitmezdi:
“Hayatı ciddiye almamak mı? Peki hayatı ciddiye almayacaksak neyi ciddiye alacağız? Hayat yüce Tanrı’nın ikinci kez bahşetmeyeceği tek hediyesidir, Ah, Tanrı’m! Ama doğru, önemsemiyorlar! Ben 70’te gördüm onları; bu lanet olası savaşlarda ölümden korkuları uçup gidiyor; bunun delilikten hiçbir farkı yok, sonra da ciğeri beş para etmez serserilere dönüyorlar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar.” (Françoise için, bir insanı, s harfinin üstüne basa basa telaffuz ettiği aslana benzetmek, asla onu yüceltici bir şey değildi.)
Saite-Hildegarde Sokağı’nın dönemecine kadar olan mesafe çok kısa olduğundan güneşte parlayarak hızla ilerleyen yeni miğferlerin gelişi daima La Gare Caddesi’ndeki o iki evin arasından görülürdü. Bahçıvan daha gelecek çok asker olup olmadığını merak ederdi; kızgın güneş susatırdı onu. Bu durumda kızı hemen, kuşatma altındaymış gibi fırlayarak bir çıkış yapar, sokağın köşesine ulaşır ve yüz kere ölüm tehlikesi atlattıktan sonra, bir sürahi meyan kökü şerbetiyle birlikte geri döner, Thiberzy ve Méséglise tarafından, aralıksız saflar hâlinde en az bin kişinin geldiği haberini getirirdi. Artık uzlaşmış olan Françoise ve bahçıvan, savaş hâlinde benimsenecek tutumu tartışırlardı.
“Görüyorsun Françoise…” derdi bahçıvan, “Devrim en iyisi, çünkü devrim ilan edilirse bir tek gönüllüler savaşa katılır.”
“Hmm… Evet, an azından bunu anlayabilirim, bu daha dürüst bir söylem.”
Bahçıvan savaş ilanının bütün tren seferlerini durduracağını sanırdı.
“Tabii! Kimse kaçmasın diye…” derdi Françoise.
Bahçıvan da “Elbette! Ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı çünkü savaşın, devletin halkla oynamayı denediği bir oyun olduğunu ve eğer imkân verilse savaştan kaçmayacak tek bir insan olmadığı yönündeki inancını kimse değiştiremezdi.
Sonunda Françoise aceleyle halamın yanına, ben kitabıma dönerdim, hizmetkârlar ise askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını izlemek için tekrar kapının önüne yerleşirlerdi. Geçici bir sükûnet sağlandıktan çok sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine karalara bürünürdü. Her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin önünde bile, oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar ve hatta efendiler, nakışlı tüllere benzeyen yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli düzensiz bir şeritle süslerlerdi.
Bu günler dışında alıştığım gibi sessiz sakin okurdum kitabımı. Ama bir defasında ziyarete gelen Swann’ın okumama müdahalesi ve o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergotte’un kitabı hakkındaki yorumu, uzun süre boyunca hayalini kurduğum kadınlardan birini artık kafamda allı morlu çiçeklerin sıra sıra dizildiği alçak duvarların önünde değil de bambaşka bir dekorda, Gotik bir kilisenin kapısının önünde tahayyül etmem sonucunu doğurdu.
Bergotte’tan ilk defa, benden yaşça büyük ve kendisini çok takdir ettiğim bir arkadaşım olan Bloch’un bahsettiğini duymuştum. Kendisine “Ekim Gecesi”ne olan hayranlığımdan söz ettiğimde bir trompeti andıran gürültülü bir kahkaha patlatmış ve “Musset beyefendiye duyduğun bu bayağı düşkünlüğünü bırak. Son derece zararlı bir tiptir ve zavallı herifin tekidir. Aslında itiraf etmeliyim ki o da Racine denen o adam da hayatları boyunca, oldukça ritmik tek bir mısra yazmışlardır, hiçbir şey ifade etmemek, ki bu da bence başarıların en büyüğüdür. Biri, ‘Beyaz Oloossone ve Beyaz Camyre’, diğeri de ‘Minos’la Pasiphae’nin Kızı’dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu mısralara ölümsüz tanrıların sevgilisi, büyük üstat Leconte, bir makalesinde dikkatimi çekmişti. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu müthiş adam, benim şu aralar okumaya vaktim olmayan bir kitabı tavsiye ediyormuş. Duyduğuma göre, yazarını, Bergotte denilen beyefendiyi, en usta heriflerden biri olarak görüyormuş; ara sıra savunulacak yanı olmayan bir hoşgörü sergilese de onun sözü benim için bir kâhinin kehaneti gibidir. Kısacası bu lirik nesirleri oku, eğer ‘Bhagavata’yı ve ‘Magnus’un Tazısı’nı’ yazmış olan muhteşem ritim ustası doğru söylüyorsa Apollon şahidimdir üstadım, Olympos’un nektarıyla yarışabilecek hazlar yaşayacaksın.” demişti bana. Bloch kendisine, “üstadım” diye hitap etmemi alaycı bir tonda istemişti, kendisini de bana hitap ederken aynı tonu kullanırdı. Ama aslında bu oyundan zevk alıyorduk çünkü insanın adını verdiği şeyi yarattığına inandığı yaşlardaydık daha.
Maalesef, Bloch’un, (bana gerçeği ifşa etmelerini beklediğim) güzel mısraların hiçbir şey ifade etmedikleri takdirde daha da güzel olduklarını söyleyerek bende yarattığı o karmaşayı, bir açıklamada bulunmasını istediğim hâlde dindiremedim. Bloch davet edilmedi bir daha evimize. Başlarda iyi karşılanmıştı. Gerçi büyükbabam, her seferinde, biraz samimiyeti ilerletip eve getirdiğim arkadaşlarımın hepsinin Yahudi olduğunu söylüyordu -tıpkı kendi arkadaşı Swann’ın Yahudi kökenli oluşu gibi- buna prensipte karşı değildi ancak ona kalırsa seçtiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkinleri arasında olmuyordu. Bu yüzden eve yeni bir arkadaş getirdiğimde, sık sık “Yahudi Kadın”dan “Ey atalarımızın Tanrı’sı” veya “Yahudiler, kırın zincirlerinizi” mısralarını, sadece melodileriyle sözsüz (la-la-la diye) olarak mırıldanırdı ancak ben yine de arkadaşım melodiyi tanıyıp sözlerini hatırlayacak diye korkardım.
Büyükbabam, kendilerini görmeden önce, çoğu zaman tipik bir Yahudi ismi bile olmayan isimlerini duyar duymaz arkadaşlarımın Yahudi olduklarını anlar hatta bazılarının СКАЧАТЬ