Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - Марсель Пруст страница 26

Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Автор: Марсель Пруст

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-41-9

isbn:

СКАЧАТЬ için, yetenek dediğimiz şeye tam anlamıyla benzetemeyiz onu. Özgünlük, büyü, incelik, güç gibi nitelemeleri tercih ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar olduğunu fark ederiz.

      “Bergotte’un, Berma’dan bahsettiği bir eseri var mı?” diye sordum M. Swann’a.

      “Sanırım, Racine’le ilgili şu küçük broşüründe bahsetmişti ama tükenmiş olmalı. Yeni bir basımı da olabilir. Sizi bilgilendiririm. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte’a sorabilirim, haftada bir mutlaka akşam yemeğine gelir bize. Kızımın çok yakın bir arkadaşıdır. Birlikte eski şehirleri, katedralleri, şatoları ziyaret ederler.”

      Toplumsal hiyerarşi konusunda herhangi bir fikrim olmadığı için uzun süreden beri babamın Madam ve Matmazel Swann’la görüşmemize imkânsız gözüyle bakması, onlarla aramızda büyük mesafeler olduğuna kanaat getirmeme, onlarınsa gözümde itibar kazanmalarına yol açmıştı. Komşumuz Mme Sazerat’dan duyduğuma göre, Madam Swann’ın kendini kocasına değil, M. de Charlus’e beğendirmek için yaptığı gibi, annemin de saçlarını boyayıp dudaklarına ruj sürmesine hayıflanıyor, Madam Swann’ın bizi küçümsediğini düşünüyordum; bu da özellikle, çok güzel bir kız olduğunu duyduğum ve her seferinde aynı hayal ürünü büyüleyici çehreyi kafamda canlandırarak sık sık hayalini kurduğum Matmazel Swann açısından üzüyordu beni. Ama o gün Matmazel Swann’ın bu özel konumunu, bunca ayrıcalığın ortasında, doğal ortamındaymış gibi yaşadığını, annesiyle babasına akşam yemeğine misafirleri olup olmadığını sorduğunda onun için sadece eski bir aile ahbabı olan, o altın değerindeki konuğun adını, o sihirli heceleri, “Bergotte” cevabını duyduğunu, onun yemek sofrasında dinlediği samimi konuşmaların, yani benim için büyük halamın sohbetine tekabül eden sohbetin Bergotte’un kitaplarında ele alamadığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelamı kabul edeceğim ve dinlemeyi çok isteyeceğim sözleri olduğunu, gezmeye gittiği şehirlerde yanında ölümlülerin arasına inen tanrılar gibi, bütün gösterişiyle, tanınmadan Bergotte’un yürüdüğünü öğrenince hem Matmazel Swann’ın ne kadar değerli bir varlık olduğunu hem de beni görse ne kadar kaba ve cahil bulacağını düşündüm; onunla arkadaş olmanın hoşluğunu ve imkânsızlığını öylesine yoğun bir şekilde hissettim ki içim aynı anda hem arzuyla hem de umutsuzlukla doldu. Artık onu düşündüğümde çoğunlukla bir katedralin giriş sundurmasının önünde, bana heykellerin anlamını açıklarken, beni onaylayan bir gülümsemeyle, arkadaşı sıfatıyla Bergotte’la tanıştırırken hayal ediyordum. Ve her defasında, katedrallerin bende bıraktığı düşüncelerin, Ile-de-France tepeleriyle Normandiya ovalarının büyüsü, Matmazel Swann’ın hayalimdeki çehresine yansıyordu: Bu onu sevmeye çok yaklaştığım anlamına geliyordu. Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayatın içine işleyebileceğimizi varsaymak, bir aşkın doğmasındaki en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünüşüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahdın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu ettiği gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.

***

      Ben bahçede, büyük halamın (hafta içi günlerde, “Sen hâlâ kitap okuyarak eğleniyor musun, bugün pazar değil ki!” derdi, eğlenme kelimesini çocukluk ve zaman kaybı anlamında kullanarak) ciddi işlerle ilgilenmenin yasak olduğu, dolayısıyla kendisinin dikiş dikmediği pazar günleri dışında yapılmasına anlam veremediği kitap okuma faaliyetimi sürdürürken Léonie halam da Eulalie’nin geliş saatini beklerken Françoise’la laflardı. Françoise’a biraz önce Madam Goupil’i “şemsiyesiz, Châteaudun’de diktirdiği ipek elbisesiyle” geçerken gördüğünü söylerdi. “İkindi duasından önce uzak bir yere gidecekse elbisesi sırılsıklam olabilir.”

      “Olabilir, olabilir.” (olmayabilir de anlamında) derdi Françoise daha olumlu bir alternatifin olma ihtimalini tam anlamıyla göz ardı etmemek için.

      “Tüh!” derdi halam alnına vurarak. “Şimdi aklıma geldi, Madam Goupil’in kiliseye kutsal ekmekle şarap dağıtılırken mi vardığını öğrenemedim. Unutmadan Eulalie’ye sorayım… Françoise çan kulesinin arkasındaki şu kara buluta ve arduvazların üstündeki şu uğursuz ışığa bakın, belli ki bugün yağmursuz geçmeyecek. Böyle devam etmesi imkânsızdı, aşırı sıcaktı hava.” Vichy suyunun midesinden aşağı inişini hızlandırma isteği, Madam Goupil’in elbisesinin mahvolduğunu görecek olma korkusundan daha baskın olduğundan, “Yağmur ne kadar erken başlarsa o kadar iyi, çünkü fırtına patlamadıkça şu Vichy suyu da midemden aşağı inmeyecek.” diye eklerdi.

      “Olabilir, olabilir.”

      “Üstelik, yağmur yağınca meydanda sığınacak bir yer de olmuyor. Ne, saat üç mü oldu?” diye haykırdı birdenbire halam, yüzü bembeyaz kesilerek. “Demek ikindi duası başladı, pepsinimi unuttum! Vichy suyunun neden midemden aşağı inmediğini şimdi anlıyorum.”

      Halam hemen mor kadife kaplı, yaldızlı dua kitabına sarılır, o telaşla, bayram günlerine ait sayfaların yerini işaret eden sararmış kâğıttan dantel şeritlerle çevrelenmiş resimleri düşürür, bir yandan damlalarını yutarken diğer yandan Vichy suyundan bunca zaman sonra alınan pepsinin, suyu yakalamayı ve midesinden aşağı indirmeyi başarıp başaramayacağını bilememenin yarattığı kaygıyla anlaması biraz zorlaşmış olan kutsal metinleri hızlı hızlı okumaya başlardı. “Saat üç, zaman nasıl da geçiyor!”

      Camda bir şey çarpmış gibi ani bir ses, onu takip eden, sanki yukarıdaki bir pencereden aşağı kum atılıyormuş gibi gevşek, hafif bir dökülme sesi duyulur, sonra dökülme sesi yayılır, düzenli bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, melodik, gür ve evrensel bir hâl alırdı: Bu yağmurun sesiydi.

      “İşte! Ben size demiştim değil mi Françoise? Nasıl da yağıyor! Ama bahçe kapısının çalınışını duyar gibi oldum, gidip bir bakın, böyle bir havada dışarıdaki kim olabilir?”

      Françoise geri döndüğünde:

      “Madam Amédée imiş.” (büyükannem) “Dışarıda biraz dolaşmaya çıkıyormuş. Yağmur da pek şiddetli ama…”

      “Hiç şaşırmadım.” derdi halam gözlerini devirerek. “Başkalarına benzer bir yapısı yoktur onun. Şu an dışarıda onun yerinde ben dolaşıyor olmak istemezdim.”

      “Madam Amédée, her zaman başkalarının yaptığının tersini yapar.” derdi Françoise tatlılıkla, büyükannemi biraz “kaçık” bulduğunu söylemek için diğer hizmetkârlarla yalnız kalacağı anı beklemeyi tercih ederek.

      “İşte akşamüstü duasının saati de geçti! Eulalie gelmez artık!” diye iç geçirirdi. “Bu hava onu korkutmuş olmalı.”

      “Ama saat beş olmadı Madam Octave, henüz dört buçuk.”

      “Dört buçuk mu? Birazcık gün ışığı girmesi için küçük perdeleri açmak zorunda kaldım. Saat dört buçukta! Bereket Duası gününden sekiz gün önce! Ah, Françoise’cığım, СКАЧАТЬ