Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - Марсель Пруст страница 20

Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Автор: Марсель Пруст

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-41-9

isbn:

СКАЧАТЬ onun adını söyleyerek, belli ki büyükbabamla aralarında yaşanan tatsızlıklardan sonra ailesiyle bu tür ilişkileri arasında herhangi bir bağlantı kurmaktan kaçınıyordu.

      “Annesine ne kadar da benziyor!” dedi genç kadın.

      “Ama yeğenimi sadece fotoğraflardan tanıyorsunuz.” dedi amcam tersleyen bir tonla.

      “Kusuruma bakmayın aziz dostum, geçen yıl siz hastalandığınızda merdivende denk gelmiştik kendisiyle. Sadece bir anlığına gördüğüm doğru, sizin merdivenleriniz de oldukça karanlık ama bu bile ona hayran olmama yetti. Bu küçük genç adam da annesinin gözlerine ve buna sahip.” dedi, alnının alt kısmına parmağıyla bir çizgi çekerek. “Sevgili yeğeniniz de sizinle aynı soyadını mı taşıyor?” diye sordu amcama.

      “Daha çok babasına benzer.” diye homurdanarak cevapladı yüz yüze olduğu kadar, annemin soyadını söyleyerek gıyabında tanıştırmaya da gönülsüz olan amcam. “Tıpatıp babasına ve rahmetli anneme benzer o.”

      “Babasını tanımıyorum.” dedi pembeli kadın başını hafifçe eğerek. “Sizin rahmetli annenizle de hiç tanışmamıştım aziz dostum. Hatırlarsanız tanışmamız, sizin o büyük acınızdan kısa bir süre sonraya denk gelir.”

      Biraz hayal kırıklığına uğramıştım çünkü bu genç kadın, aile içinde ara sıra gördüğüm diğer güzel kadınlardan, özellikle de her yılbaşında ziyaret ettiğim bir akrabamızın kızından pek de farklı değildi. Amcamın, o güzel kadınlardan sadece daha iyi olan giyimiyle ayrılan bu hanım arkadaşı, onlar gibi canlı ve iyilik dolu bakışlarla, aynı samimi ve sevecen tavra sahipti. Kadın oyuncuların fotoğraflarında hayran olduğum o teatral duruşa, sürdüğünü varsaydığım hayata uygun şeytani ifadeye dair hiçbir iz bulamamıştım bu kadında. İki atlı arabasını, pembe elbisesini, inci kolyesini görmesem, amcamın sadece en seçkin yosmalarla tanışıklığı olduğunu bilmesem, üst tabakadan bir yosma olduğuna asla inanmazdım. Kendi kendime, arabasını, konağını, mücevherlerini hediye eden bir milyonerin bu kadar sade, hanım hanımcık görünen bir kadın uğruna servetini harcamaktan nasıl bir zevk alabildiğini sorguluyordum. Bunun yanı sıra, bu kadının hayatını tasavvur ettikçe ahlaksızlığı beni sersemletiyordu, belki de bu ahlaksızlık karşımda ete kemiğe bürünse bu kadar kafam karışmazdı -burjuva ailesinin evinden ayrılıp kendini herkese adamasına yol açan, ona güzellik ve kibar fahişelerin kötü şöhretini kazandıran bir skandal, bir romanın gizemi gibi görünmez olan bu kadının, tanıdığım onca kadına benzeyen yüz ifadeleri, sesindeki tonlamaları, artık bir ailesi olmayan bu kadını, elimde olmadan iyi bir ailenin kızı gibi görmeme sebep oluyordu.

      “Çalışma odası”na geçmiştik, varlığımdan biraz rahatsız olmuş görünen amcam genç kadına sigara ikram etti.

      “Teşekkür ederim, istemiyorum azizim.” dedi. “Biliyorsunuz, eski dükün bana gönderdiği sigaraları içmeye alıştım. Sizin kıskandığınızı söyledim kendisine.” ve üzeri yabancı yazılı, yaldızlı bir tabakadan sigara çıkardı. “Aslında…” dedi birdenbire, “Bu genç adamın babasıyla sizin evde karşılaşmış olmalıyım. Yeğeniniz değil mi? Nasıl unutabildim? Bana karşı çok iyi, çok kibar davranmıştı.” dedi duygulu, mütevazı bir tavırla. Ama babamın ölçülü tavrını göz önüne alarak, pembeli kadının kibarlık olarak adlandırdığı davranışının kim bilir ne kadar sert olduğunu bilen biri olarak, babama gösterilen bu aşırı minnetle onun yetersiz nezaketi arasındaki eşitsizlikten dolayı, sanki babam bir kabalık etmiş gibi utandım. Daha sonraları, bu aylak ve çalışkan kadınların rollerinin insanın içini sızlatan bir yanının, cömertliklerini, yeteneklerini, duygusal bir estetik hayalini -onlar da sanatçılar gibi bu hayali gerçekleştirmezler çünkü onu gündelik hayatın çerçeveleri içine sokmazlar- ve kendilerine pek de pahalıya mal olmayan bir serveti, erkeklerin kaba saba, yontulmamış hayatlarını değerli ve zarif bir çerçeveye oturtmaya adadıklarını düşündüm. İşte bu kadın da amcamın kendisini gündelik ceketiyle ağırladığı odasına, o yumuşak bedeni, ipekli pembe elbisesi, incileri, bir eski dükün dostluğundan ileri gelen zarafeti armağan ettiği gibi, babamın sıradan bir sözünü de incelikle işlemiş, biçimlendirmiş, ona değerli bir ad vermiş, tevazu ve minnetle dolu o güzel bakışlarıyla taçlandırarak sanat eseri bir mücevhere, “muhteşem” bir şeye dönüştürerek sunuyordu şimdi.

      “Hadi bakalım, senin gitme vaktin geldi!” dedi amcam.

      Kalktım, pembe elbiseli kadının elini öpmek için karşı konulmaz bir istek duyuyordum ama bu hareketin, bir kaçırma eylemi kadar cüretkâr olacağı kanaatine varmıştım. Kalbim çarpıyordu, kendi kendime “Yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım?” derken sonra, herhangi bir şey yapabilmek için, ne yapmam gerektiğini sorgulamayı bıraktım. Henüz birkaç saniye önce bulduğum bütün o destekleyici sebepleri unutmuş bir hâlde, körü körüne ve mantıksız bir hamleyle, dudaklarımı pembeli kadının bana uzanan ellerine kondurdum.

      “Ah! Ne kadar da kibar! Şimdiden çapkın, kadınlara düşkün; amcasına çekmiş. Tam bir centilmen olacak.” dedi pembeli kadın ve ekledi, konuşmasına hafif bir İngiliz aksanı katmak amacıyla dişlerini sıkıştırarak; “Bir gün bana gelemez mi? Komşumuz İngilizlerin de dediği gibi a cup of tea15 içmeye? Sabahtan bir mavi16 çekiverir olur biter!”

      “Mavi”nin ne demek olduğunu bilmiyordum. Pembeli kadının söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama bu sözlerde, cevap vermemenin kabalık olarak görülebileceği bir soru gizli olabileceği kanaatinde olduğumdan konuşmasını bitmek bilmez bir dikkatle dinliyordum ve çok büyük bir yorgunluk hissediyordum.

      “Hayır, olmaz, imkânsız!” dedi amcam omuz silkerek. “Hiç vakti yok, çok çalışıyor, derslerinde en iyi notları alıyor.” diye ekledi, bu yalanını duyup düzeltmemem için alçak bir ses tonuyla, “Kim bilir, belki ileride bir Victor Hugo, bir Vaulabelle olur, değil mi?”

      “Sanatçılara bayılırım!” diye ekledi pembeler içindeki kadın. “Kadınları onlar kadar iyi anlayan yok… Bir onlar ve bir de sizin gibi seçkin kimseler. Cahilliğimi bağışlayın lütfen dostum ama Vaulabelle kimdir? Odanızdaki camlı küçük kitaplıkta duran yaldızlı ciltler mi? Onları bana ödünç vereceğinize söz vermiştiniz, unutmayın, çok dikkat ederim.”

      Kitaplarını ödünç vermekten nefret eden amcam bu sözler üzerine sessiz kaldı ve beni sofaya kadar geçirdi. Pembeli kadının aşkından deliye dönmüş bir vaziyette yaşlı amcamın tütün kokan yanaklarını deli gibi öpücüklere boğdum; amcam oldukça sıkkın bir tavırla, açıkça dile getirmeye cesaret edemese de bu ziyaretten annemle babama söz etmezsem memnun olacağını ima ederken ben gözlerimde yaşlarla bu iyiliğini hiç unutmayacağımı, bir gün minnettarlığımı kendisine göstermenin bir yolunu mutlaka bulacağımı söylüyordum. Bu iyiliğinin etkisi gerçekten o kadar büyük olmuştu ki iki saat sonra, kazandığım bu yeni önemi annemle babama net bir şekilde belirtmediğine inandığım birkaç gizemli cümlenin ardından, henüz yaptığım bu ziyareti onlara en ince ayrıntısına kadar anlatmayı daha açıklayıcı buldum. Bu hareketimle amcamın başını derde sokacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle bir şeyi istemediğime göre nasıl düşünebilirdim ki? Benim bir sakınca görmediğim bu ziyareti onların sakıncalı bulacağını da tahmin edemezdim. Bir dostumuz, bizden, mektup yazmayı ihmal ettiği bir hanımdan onun adına özür dilememizi rica ettiği hâlde, СКАЧАТЬ



<p>15</p>

Bir fincan çay. (ç.n.)

<p>16</p>

Paris’te halk arasında, mavi kâğıda yazılan şehir içi telgraflara verilen ad. (ç.n.)