Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - Марсель Пруст страница 19

Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Автор: Марсель Пруст

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-41-9

isbn:

СКАЧАТЬ girdiğinde bile terk edilmiş av köşklerine girdiğimizde uzun müddet burnumuzu gıdıklayan, hem devrim öncesini hem de ormanı çağrıştıran o karanlık ve serin kokunun hiç eksik olmadığı küçük oturma odasına girerdim. Ama yıllardır Adolphe amcamın oturma odasına girmez olmuştum, benim hatam yüzünden gelişen, biraz sonra anlatacağım şu olay sebebiyle ailemle arası bozulduğundan beri Combray’ye gelmiyordu:

      Paris’te ayda bir veya iki defa beni amcamın evine ziyarete gönderirlerdi; kısa asker ceketiyle öğle yemeğini bitirmek üzere olur, kendisine mor beyaz çizgili pamukludan bir iş ceketi giymiş uşağı tarafından hizmet edilirdi. Adolphe amcam uzun zamandır ziyaretine gitmediğimden onu ihmal ettiğimizi düşünerek homurdanıp hayıflanırdı; bana bir badem ezmesi veya bir mandalina ikram ederdi, sonra da hiç oturmadığımız, şöminesi yanmayan, duvarları yaldızlı silmelerle bezenmiş, tavanı gökyüzü benzeri bir maviye boyalı, büyükbabamlardaki gibi kapitone satenden ama sarı mobilyaları olan bir salondan geçerek amcamın “çalışma” odası olarak adlandırdığı, duvarlarında siyah bir fon üzerinde, bir yerkürenin üstüne binmiş veya alnında bir yıldız bulunan dolgun, pembe bir tanrıçanın bir savaş arabasını sürüşünü tasvir eden, bir Pompei havası barındırdıkları kanaatiyle İkinci İmparatorluk üslubunca benimsenen sonraları nefret edilen, tek bir sebepten ötürü, İkinci İmparatorluk üslubunda oldukları için tekrar sevilmeye başlanan gravürlerin asılı olduğu bir odaya girerdik. Oda hizmetkârı, arabacının saat kaçta hazır olması gerektiğini sormaya gelinceye kadar amcamla kalırdım. Amcam bu soru üzerine uzun bir sessizliğe gömülerek derin düşüncelere dalardı, oda hizmetkârı hayranlık dolu bakışlarıyla, en ufak bir hareketiyle ona rahatsızlık vereceğinden çekinerek her zaman aynı olan, hiç değişmeyen o cevabı merak içinde beklerdi. Nihayet, son bir tereddüt anının ardından, amcamın ağzından her seferinde şu sözler dökülürdü: “İkiyi çeyrek geçe.” Oda hizmetkârı hayretler içinde ancak herhangi bir tartışmaya zemin hazırlamadan amcamın sözlerini tekrar ederdi: “İkiyi çeyrek geçe mi? Pekâlâ… Ben haber vereyim arabacıya…”

      O zamanlar tiyatroya âşıktım; tabii platonik bir aşktı bu, çünkü annemle babam henüz tiyatroya gitmeme izin vermemişlerdi, hayalimde tiyatro ve orada yaşanan hazları öyle gerçek dışı şekilde canlandırmıştım ki her seyircinin, âdeta bir stereoskopa14 bakarmışçasına, diğer seyircilerin de kendi kendilerine seyrettikleri yüzlerce dekora benzeyen ama kendine has bir dekoru seyrettiğini sanırdım hemen hemen.

      Her sabah, Moriss afiş direğine koşar, ilan edilen oyunlara bakardım. Oyunun adını oluşturan kelimelerin ve yapıştırıcı yüzünden yer yer kabarmış hâlâ ıslak afişlerin birbirinden ayrılmaz görüntülerinin şartladığı, her türlü çıkardan bağımsız olarak, duyurulan her bir temsilin hayal gücümde yarattığı hülyalardan başka hiçbir şey beni daha mutlu edemez, heyecan veremezdi. Opéra-Comique Tiyatrosunun yeşil afişlerinde değil de Comédie-Française’in vişneçürüğü afişlerinde yer alan “César Girodot’nun Vasiyeti” ve “Kral Oedipus” gibi garip eserlerin dışında hiçbir şey, “Taç Elmasları”nın ışıltılı, beyaz sorgucundan, “Siyah Domino”nun parlak ve gizemli sateni kadar farklı olamazdı benim nazarımda; annemle babam ilk defa tiyatroya gideceğim zaman bu iki oyundan birini seçmemi söylemişlerdi, bense haklarında bildiğim tek şey oldukları için oyunların isimlerini, birbiri ardına derinlemesine düşünmeye, her birinin bana vadettiği hazzı irdelemeye, birbirleriyle karşılaştırmaya çalışırdım, sonunda bir tarafta göz kamaştırıcı ve soylu, diğer tarafta yumuşak ve kadifemsi bir oyunu gözümde öylesine güçlü canlandırırdım ki tatlı olarak meyveli, jöleli pasta ve krem şokoladan hangisini yiyeceğime karar veremediğim zamanlar gibi çaresiz kalırdım.

      Okul arkadaşlarımla bütün sohbetlerim, sanatın büründüğü bütün biçimler arasında, henüz tanımamama rağmen sezgilerime hitap eden ilk hâli olan tiyatro sanatının oyuncuları üzerine olurdu. Oyuncuların her birinin konuşma biçimlerindeki, bir tiradı vurgulayışlarındaki en ufak farklılıklar bile paha biçilemez derecede önemli gelirdi bana. Bu oyuncular hakkında duyduklarıma dayanarak, gün boyunca kendi kendime tekrarlayıp durduğum bir listede yeteneklerine göre onları sınıflandırmıştım, ki bu liste sonunda beynimde katılaşmış ve dokunulmazlıklarıyla zihnimi tıkamışlardı.

      Daha sonra, koleje başladığımda ders sırasında öğretmen sınıfa arkasını döner dönmez yazışarak sohbete başladığım her yeni arkadaşıma sorduğum ilk soru, daha önce hiç tiyatroya gidip gitmediği olurdu ve onun gözünde en iyi oyuncunun Got, ikincinin Delaunay, vs. olup olmadığı. Eğer onun görüşüne göre Febvre, Thiron’dan veya Delaunay, Coquelin’den sonra geliyorsa ikinci sıraya geçmek için Coquelin’in taş gibi sertliğini kaybederek kazandığı ani hareketlilik ve Delaunay’nin dördüncü sıraya gerilerken gösterdiği sihirli esneklik, sınırsız canlılık, yumuşayan ve zenginleşen zihnime bir gelişme ve hayata dönüş hissi yaşatırdı.

      Erkek oyuncular zihnimi bu kadar meşgul eder, bir öğleden sonra Théâtre-Français’den çıkarken gördüğüm Maubant bende aşkın heyecanına ve acılarına sebep olurken tiyatronun kapısında yıldızların ışıl ışıl parlayan ismi, sokaktan geçen, atlarının alınlıkları güllerle bezeli bir kupa arabasının aynasında gördüğüm, oyuncu olabileceğini düşündüğün bir kadının yüzü, bende çok daha uzun süreli bir heyecan yaratır, beni, bu kadının hayatını hayalimde canlandırma isteğiyle sancılı ve nafile bir çaba içinde kıvrandırırdı. En ünlü kadın oyuncuları yeteneklerine göre sıraya koyardım: Sarah Bernhardt, Berma, Bartet, Madeleine Brohan, Jeanne Samary, ama hepsi ilgimi çekerlerdi. Adolphe amcam bir sürü kadın oyuncu ile ayrıca benim oyunculardan tam olarak ayırt edemediğim yosmaları tanırdı. Onları evinde ağırlardı. Amcamı sadece belli günlerde ziyarete gitmemizin sebebi, diğer zamanlarda evine, ailesinin karşılaşamayacağı türden kadınların gelip gitmesiydi, en azından aile böyle düşünüyordu çünkü amcam, tam tersine, bir ihtimal hiç evlenmemiş güzel dulları, şüphesiz takma ad olan afili isimlere sahip kontesleri aşırı rahatlığıyla büyükannemle tanıştırmayı veya büyükbabamla aralarının birçok defa bozulmasına sebep olan, onlara aile yadigârı mücevherler vermeyi kibarlık sayardı. Sık sık, sohbet sırasında bir aktrisin adı geçtiğinde babamın anneme gülümseyerek şöyle dediğini duyardım: “Amcanın arkadaşı.” Amcamın birçok insan için ulaşılmaz, onun ise yakın dostu olan aktrislerle beni tanıştırabileceğini, bu sayede bir ufaklık olduğum hâlde belki de yıllar boyunca önemli adamların mektuplarını yanıtlamayan, onları kapıcılarıyla kovan kadınların kapısında boşu boşuna beklemekten kurtulacağımı zannederdim.

      Dolayısıyla -saati değiştirilen bir ders yüzünden amcamı bir türlü göremediğim, bir süre daha da göremeyeceğim bahanesiyle-Adolphe amcayı ziyarete ayrılmış günlerin dışında bir gün, annemle babamın öğle yemeğini erken yemiş olmasından istifade ederek sokağa çıktım ve tek başıma gitmeme izin verilen afiş direğine bakmaya gitmek yerine amcamın evine koştum. Kapısının önünde, arabacının yakasında ve atların gözlüklerinde birer kırmızı karanfilin bulunduğu iki atlı bir araba dikkatimi çekti. Merdivenlerden çıkarken bir kahkaha ve bir kadın sesi duydum, ben kapıyı çalar çalmaz ise bir sessizlik ve ardından, kapanan kapıların gürültüsü. Kapıyı açıp da beni karşısında gören oda hizmetçisi şaşkınlık içinde amcamın çok meşgul olduğunu ve herhâlde beni kabul edemeyeceğini söyledi; amcama haber vermeye gittiğinde ise aynı ses tekrar kulağıma çalındı: “Ah, lütfen! Bırak gelsin, hiç değilse bir iki dakikacık, bu çok hoşuma gider. Masanda duran fotoğrafı, onun yanındaki resimde görülen annesini andırıyor, değil СКАЧАТЬ



<p>14</p>

Bir cismin biri biraz daha sağ, öteki biraz daha sol yanını gösteren birbirinden çok az farklı iki fotoğrafının görüntülerinin birlikte gözün retina kısmı üzerine gelmesini ve asıl cisim gibi üç boyutlu olarak algılanmasını sağlayan optik alet. (e.n.)