Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Автор: Марсель Пруст
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-41-9
isbn:
Şehirdeki bütün etkinlikleri, bütün saatleri ve manzaraları Saint-Hilaire Kilisesi’nin çan kulesi şekillendirir, taçlandırır ve kutsardı. Odamdan, çan kulesinin sadece arduvazla kaplanmış tabanını görebilirdim ama yaz mevsiminin sıcak pazar sabahlarında, arduvazların kara bir güneş gibi parladığını gördüğümde kendi kendime, “Aman Tanrı’m! Saat dokuz! Önce Léonie halamı öpmeliyim, sonra da ayine gideceksem hemen hazırlanmam gerek.” der; o sırada Meydan’a vuran güneşin rengini, pazar yerinin sıcağını ve tozunu, annemin ayinden önce belki bir mendil almak için uğrayacağı ve dükkânı kapatmaya hazırlanan, az önce bayramlık ceketini giymek ve beş dakikada bir, en kederli durumlarda bile girişken, hâli vakti yerinde ve iş bitirici bir tavırla ovuşturduğu ellerini sabunlamak üzere arka tarafa gitmiş olan patronun eğilip bükülerek göstereceği bazı mendillere bakacağı, ağartılmamış kumaş kokan dükkânın önündeki stor gölgelerini bütün ayrıntılarıyla ezbere bilirdim.
Güzel havadan istifade ederek Thiberzy’den öğle yemeğine gelen akrabalarımız için her zamankinden daha büyük bir çörek getirmesini söylemek maksadıyla ayinden sonra Théodore’a gittiğimizde kendi de iyi pişmiş, iri ve kutsanmış bir çöreğe benzeyen, güneşin yapışkan pulları ve damlacıklarıyla kaplı, sivri ucu masmavi gökyüzüne batmış çan kulesi çıkardı karşımıza. Akşamları gezmeden dönerken az sonra anneme iyi geceler dilemem gerektiğini ve bir daha onu göremeyeceğimi düşündüğümde, çan kulesinin, gün biterken, tam aksine öylesine hoş bir görüntüsü olurdu ki kulenin ağırlığı altında ezilen, ona yer açmak için hafifçe çukurlaşıp kenarları kabaran solgun gökyüzüne gömülmüş, etrafında dönen kuşların bağırışlarının sessizliğini daha da arttırdığı, külahının daha da yükseğe fırladığı, kelimelerin kifayetsiz kalacağı, kahverengi kadifeden bir minderi andırırdı sanki.
Kilisenin arkasında kalan, kimsenin kiliseyi göremediği yerlerde alışveriş yaparken bile her şey, evlerin arasından birdenbire beliriveren, böyle tek başına görüldüğünde belki daha dokunaklı olan çan kulesine göre düzenlenmişe benzerdi. Kuşkusuz, bu şekilde görüldüklerinde daha güzel olan başka birçok çan kulesi vardır ve kasvetle çevrelenmiş Combray sokaklarından farklı bir sanat niteliğine sahip, çatıların üzerinde yükselen çan kulelerinden oluşmuş çeşitli resimler hafızama kazınmıştır. Normandiya’nın Balbec’e yakın acayip bir kentinde, çeşitli nedenlerle sevdiğim ve değer verdiğim on sekizinci yüzyıldan kalma iki harika konağı asla unutamam; merdivenden nehre doğru uzanan bahçeden bakıldığında konakların arasında kalan kilisenin Gotik kulesi, ikisinin arasından gökyüzüne yükselir ve âdeta iki evin cephesini noktalar, tamamlar ama o kadar farklı, kıymetli, halkalı, pembe ve cilalı bir malzemeydi ki tıpkı kumsalda iki düz, yassı, kusursuz taşın arasına sıkışmış, koni biçimindeki, parlak, sırlı bir deniz kabuğunun lal rengi tırtıklı külahının taşlardan ayrı olması gibi konaklarla bir bütün oluşturmadığı net bir şekilde belli olurdu. Paris’te şehrin en sevimsiz muhitlerinden birinde bile birçok değişik sokakta yer alan, bir araya yığılmış çatılardan mor, bazen kırmızımsı bazen de atmosferin çıkardığı en seçkin “suret”lerde, küllerden çalınmış siyahlıkta bir kubbeden meydana gelen art arda iki hatta üç ayrı plan görülen öyle bir pencere bilirim ki Saint-Augustin Kilisesi’ne ait olan bu kubbe, bu Paris manzarasına, Piranesi’nin bazı Roma manzaralarının havasını verir. Yine de bu küçük gravürlerden hiçbirinde, hafızam ne kadar zevkle canlandırsa da uzun süre önce kaybettiğim şeyi, yani nesneleri birer görüntü olarak algılamamıza değil de eşi benzeri olmayan insanlarmış gibi onlara inanmamıza yol açan duyguyu koyamadığım için, hiçbiri Combray’nin kilisenin arkasına düşen sokaklardaki çan kulesi görüntüsünün hatırası gibi hayatımın derin bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduramaz. Combray Kilisesi’nin çan kulesini ister saat beşte postaneden mektupları almaya giderken birkaç ev ötenizde, solda, çatıların oluşturduğu çizgiden birdenbire sivrilen bir doruk olarak görün ister tam tersi, Mme Sazerat’nın hâlini sormak istediğinizde bu çizginin diğer yamaçta tekrar alçalışını gözlerinizle takip edip çan kulesinden sonra ikinci sokağa döneceğinizi düşünün ister biraz daha uzaklaşıp istasyona giderken yandan, dönüşünün değişik bir anında yakalanmış bir geometrik şekil gibi profilden yeni yüzeylerini ve köşelerini fark edin ister Vivonne kıyılarından, çan kulesinin külahını gökyüzünün kalbine fırlatmak için gösterdiği çabayla ortaya çıkmış gibi görünen, perspektifin yükselttiği, kendini kasmış, kuvvetli apsise bakın; her zaman dönüp dolaşıp her an her şeye hâkim olan o çan kulesine gelirdiniz, beklenmedik bir doruktan evlere seslenerek bedeni insanların arasına saklanmışsa da kalabalıktan ayırabildiğim Tanrı’nın havaya diktiği parmağıymış gibi sanki, önümde ayakta dikilirdi. Bugün bile hâlâ büyük bir taşra kentinde veya Paris’in pek de aşina olmadığım bir semtinde yoldan geçen birine yol sorduğumda “yolu tarif ederken” uzakta bir hastane kulesini, köşesinden dönmem gereken bir sokağın başında, rahip başlığının sivri ucunu göğe yükseltmiş bir manastır çan kulesini nirengi noktası olarak gösterirse eğer, hafızam o sevgili, kayıp görüntüyle anlaşılmaz bir şekilde en ufak bir benzerlik bile bulsa yolu tarif eden şahıs doğru yönde ilerlediğimden emin olmak için dönüp bakacak olursa benim gezintiyi veya işi unutup hemen orada kalakaldığımı, saatlerce hareket etmeksizin çan kulesinin karşısında durup hatırlamaya çalıştığımı, hafızamın derinliklerinde, unutuş ırmağında kaybolmuş bir diyarın yeniden fethedilişini, suların çekilip tekrar inşa edildiğini hissettiğimi hayretle izler; o hâlde hiç kuşkusuz tekrar yola düşer, az önce yolu sorduğum zamankinden daha büyük bir kaygıyla yolumu bulmaya çalışır, bir sokağa saparım… Ama… Kalbimin içinde bir sokağa…
Ayin bittikten sonra eve dönerken sıklıkla, Paris’te mühendislik yaptığı için uzun tatilleri haricinde Combray’deki evinde ancak cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar kalabilen M. Legrandin’le karşılaşırdık. Parlayan bilimsel kariyeri dışında, tamamen farklı bir edebiyat ve sanat kültürüne sahip olan ve bu kültürünü mesleki uzmanlığında kullanmayan ancak bir konuşma esnasında onlardan beslenen kişilerdendi M. Legradin. Birçok edebiyatçıdan daha edip (O zamanlar M. Legrandin’in yazar olarak bir şöhreti olduğunu bilmiyorduk ve bir şiirini ünlü bir müzisyenin bestelediğini öğrenince çok şaşırmıştık.), birçok ressamdan daha kabiliyetli olan bu kişiler, sürdükleri hayatın aslında onlara uygun bir hayat olmadığını düşünür ve bilimsel mesleklerine ya hayal güçlerini de kullanarak kayıtsızca ya da özenli, mağrur, kibirli, hüzünlü ve titiz bir dikkatle yaklaşırlar. Uzun boylu, endamlı, uzun sarı bıyıklı, zarif ve dalgın çehreli, mavi gözlü, yılgın bakışlı, incelikli bir nezaket gösteren, daha önce karşılaşmadığımız derecede hoşsohbet olan M. Legrandin, kendisini her zaman örnek olarak gösteren ailemin gözünde, hayatı son derece soylu ve hassas bir şekilde algılayan, seçkin bir beyefendiydi. Büyükannemin onda bulduğu tek kusur, biraz fazla güzel, fazla ağdalı konuşması; hep havada uçuşan geniş, yumuşak kravatındaki ve neredeyse okul çocuklarınınkine benzer düz ceketindeki doğallığın dilinde bulunmamasıydı. Büyükannem ayrıca onun çoğunlukla aristokrasiye, yüksek sosyete hayatına, “Aziz Paulus’un affedilmesi СКАЧАТЬ
13
Kafa sesi (ç.n.)