Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - Марсель Пруст страница 15

Название: Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Автор: Марсель Пруст

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-41-9

isbn:

СКАЧАТЬ misafirleri varsa az sonra herkes öğle yemeğine gelir Madam Octave çünkü saat epey geç oldu.” derdi öğle yemeğiyle ilgilenmek için sabırsızlandığı sırada halama böyle bir oyalanma fırsatı çıkacağına sevinen Françoise.

      “Yok canım! On ikiden önce gelmezler.” diye cevap verirdi halam kadere boyun eğen bir ses tonuyla ama her şeyden vazgeçmiş olduğu hâlde, Mme Goupil’in öğle yemeği için misafirleri olduğunu öğrenmenin kendisine bu müthiş fakat ne yazık ki bir saatten daha fazla beklemek zorunda kalacağı bir haz verdiğini göstermek korkusuyla duvar saatine endişe dolu kaçamak bir bakış atardı. “Tam da benim öğle yemeği saatime denk geliyor!” diye ekledi alçak sesle kendi kendine. Öğle yemeği onun için yeterli bir oyalanma şekliydi, onun için beraberinde başka bir uğraş daha istemezdi. “Bari, kremalı yumurtamı düz tabakta vermeyi unutmayın.”

      Üzeri yazılı resimlerle süslenmiş tek tabaklardı bu düz tabaklar ve halam her yemekte, o gün servis edilen tabağın üzerindeki yazıları okuyarak eğlenirdi. Gözlüklerini takar, yüksek sesle okurdu: “Ali Baba ve Kırk Haramiler, Alâeddin’in Sihirli Lambası.” sonra da gülerek “Güzel, çok güzel…” diye eklerdi.

      “Camus’ye gidebilirdim aslında…” derdi Françoise halamın artık kendisini göndermeyeceğinden emin olunca.

      “Hayır canım, gerek yok, Matmazel Pupin’dir şüphesiz; Françoise’cığım, sizi de boş yere çağırdığım için pişman oldum, kusura bakmayın.”

      Ama halam da biliyordu ki Françoise’ı bir hiç yüzünden çağırmamıştı çünkü Combray’de “hiç tanımadığınız bir kişi” bir mitoloji tanrısı kadar inanılmaz bir varlıktı ve zaten Saint-Esprit Sokağı’nda veya Meydan’da, ne zaman bu hayret verici görüntülerden biri peydah olsa derin araştırmalar sonucunda hayal ürünü kahraman Combray’li birilerinin bilmem kaçıncı dereceden bir akrabası sıfatıyla, yani medeni durumu itibarıyla kişisel veya soyut bağlamda “tanıdığımız biri” düzeyine indirgenirdi mutlaka: Mme Sauton’un askerden dönen oğlu, Başrahip Perdreau’nun manastırdan ayrılan yeğeni, Rahibin Châteaudun’de tahsildar olan, emekliye ayrılan veya bayram için gelen erkek kardeşi gibi… Karşılaşıldıkları an hemen tanınmadıkları için Combray’de tanımadığımız insanlar olduğunu zannetmenin heyecanını yaşatmışlardı. Oysa Mme Sauton da rahip de “misafir” beklediklerini çok önceden belirtmişlerdi. Akşam eve döndüğümüzde halama gezimizden bahsetmek için yukarı, yanına çıktığımda Pont-Vieux yakınlarında büyükbabamın tanımadığı bir adama rastladığımızı söyleme gafletinde bulunursam halam, “Büyükbabanın tanımadığı bir adam mı? Mümkün değil! Hiç olur mu öyle şey!” diye haykırırdı. Buna rağmen, bu haber onu biraz etkilediğinden durumu netleştirmek isterdi, büyükbabam çağrılırdı. “Pont-Vieux yakınlarında kiminle karşılaştınız dayıcığım?” Hiç tanımadığınız biri miydi?” -“Tanımaz olur muyum!” diye cevap verirdi büyükbabam. “Prosper’di, hani şu Mme Bouillebœuf’ün bahçıvanının erkek kardeşi.”– “Ah! Peki öyleyse!” derdi halam biraz rahatlamış ve yüzü hafifçe kızarmış hâlde; sonra “Bu küçük, bana sizin hiç tanımadığınız biriyle karşılaştığınızı söyledi de…” diye eklerdi alaycı bir gülümsemeyle omuz silkerek. Bana bir dahaki sefere daha temkinli olmam ve halamı endişelendirmemek için düşünmeden konuşmamam gerektiği öğütlenirdi. Combray’de neredeyse herkesi, insandan hayvana her şeyi o kadar iyi tanırdık ki halam tesadüfen yanından geçen “hiç tanımadığı” bir köpek görse onu düşünmekten kendini alamaz, mantık yürütme becerisini ve boş saatlerini tamamen bu akılalmaz olaya adardı.

      “Mme Sazerat’nın köpeği olmalı.” derdi Françoise söylediğine kendi de pek inanmazdı ya halam “kafa patlatmasın” diye onu biraz olsun yatıştırmaya çalışırdı.

      “Sanki ben Mme Sazerat’nın köpeğini tanımıyorum!” diye karşılık verirdi eleştirel zihni bir gerçeği bu kadar kolay kabullenmeyen halam.

      “Ah! M. Galopin’in Lisieux’den getirdiği yeni köpeğidir o zaman.”

      “Ha! Evet o olabilir.”

      “Pek tatlı bir hayvana benziyor.” diye eklerdi Théodore’dan aldığı bilgiyi aktaran Françoise. “Âdeta bir insan gibi akıllıymış, her zaman neşeli, sevecen ve nazikmiş. Bu yaşta böyle kibar hayvan bulmak çok zordur. Madam Octave, ben çıkmak zorundayım, oyalanacak vaktim yok, saat neredeyse on oldu, henüz fırınım yanmadı, kuşkonmazlarımı ayıklayacağım daha…”

      “Ama nasıl olur Françoise, yine mi kuşkonmaz! Bu sene cidden kuşkonmaz hastalığına yakalandınız. Parisli misafirlerimizi bıktıracaksınız!”

      “Hiç olur mu Madam Octave! Misafirleriniz kuşkonmazı çok seviyorlar. Kiliseden aç dönecekler hem, görürsünüz hiç nazlanmadan yiyecekler.”

      “Onlar henüz kiliseye varmamışlardır bile; vakit kaybetmeseniz iyi olur. Hadi siz yemeğinize devam edin.”

      Halam Françoise’la böyle çene çalarken ben de annemlerle birlikte ayine giderdim. O kadar severdim ki kilisemizi, görünüşü şimdi bile o kadar canlı ki! Altından geçtiğimiz eskimiş, simsiyah, kalbur gibi delik deşik olmuş giriş sundurmasının köşeleri (biraz ilerisindeki vaftiz kurnası gibi) yamulmuş ve iyice oyulmuştu, sanki kiliseye giren köylü kadınların harmanilerinin ve kutsanmış sudan alan çekingen parmaklarının usulca dokunuşu, yüzyıllar boyu tekrarlanıp tahrip edici bir güç kazanarak taşı aşındırabilmiş, araba tekerleklerinin her gün sürtünerek sınır taşında izler bırakmaları gibi taşta kanallar açmıştı. Altında Combray başrahiplerinin asil kalıntılarının gömülü olduğu, âdeta ruhani bir döşemeye benzeyen koro yerindeki mezar taşları bile cansız ve sert bir madde değildirler çünkü zaman onları yumuşak kılmış, bal gibi akışkanlaştırmıştı, kendi dikdörtgen çevrelerinin dışına taşmışlar, bir yerde sarı bir dalga; çiçekli, Gotik bir büyük harfi önüne katıp sürükleyerek, mermerin beyaz menekşelerini kaplamıştı, diğer yanda ise tekrar toparlanmışlar, özlü Latince yazıyı daha da büzüştürmüş, bu kısaltılmış harflerin dizilişinde bir değişiklik daha yapmış, diğer harfleri haddinden fazla yayılmış olan bir kelimenin iki harfini birbirine yaklaştırmışlardı. Vitraylar, hiçbir zaman güneşin kendini çok az gösterdiği günlerdeki kadar çok parıldamazlardı; bu yüzden, dışarıda hava kapalıysa bilirdik ki kilise ışıldayacaktı; vitraylardan biri boydan boya, iskambil kâğıtlarındaki papazlara benzeyen, en tepede, taştan bir tentenin altında, gökyüzüyle yeryüzü arasında yaşayan tek bir kişilikle doluydu (Ayin saati değilken, bazen hafta içi günlerde öğle vakti -havalandırılmış, boş kilisenin daha insani, daha şaşalı göründüğü, güneş vurmuş güzel ahşaplarıyla, tıpkı Orta Çağ üslubunda bir otelin oyma taşlı, boyalı camlı lobisi gibi, içinde yaşanabilirmiş izlenimi uyandırdığı nadir anlardan birinde- vitrayın eğri, mavi yansımasında, bir anlığına Mme Sezarat’ın diz çöktüğü, yanındaki dua sandalyesine öğle yemeği için karşıdaki pastaneden aldığı, sicimlere bağlanmış pötifurlarla dolu bir paket bıraktığı görülürdü.); bir diğer vitrayda, eteklerinde bir mücadelenin süregeldiği pembe karlarla kaplı bir dağ, şafağın kızıllığıyla parıldayan kar tanelerinin yapışıp kaldığı bir cam gibi, karmakarışık tipisiyle şişirdiği pencereyi kırağıyla kaplamıştı sanki (Sanırım aynı şafak kızıllığı altar panosunu da öylesine canlı renklere boyamıştı ki bu renkler sanki taşa sonsuza dek tutturulmamış da dışarıdan СКАЧАТЬ