Zaman gibi, sayı gibi, sonsuz mesafeler gibi, insanlardaki hayal gücünün erişemeyeceği Tanrı yapısı şeyler düşünülsün; bir de o Tanrı yapıları arasında bir dünya ve o dünyanın ortasında, boyu nihayet iki metreyi bulmayan insan adlı bir yaratık düşünülsün. Sonra o insanoğlu, şimdiye kadar yine kendi cinsinden milyarlarca kişinin ebedî sessizlik ve dinlenme yeri olan bu koskoca dünyayı, aklı sayesinde, elinde, çocukların oynadıkları top gibi bir eğlence şekline soksun, hatta sonsuzluklara bile hükmediyor denebilecek buluşlar ortaya koysun da yine bir erkekle bir kadın birleşerek aralarında kendi vücutlarından kopma, kendilerine nazaran hemen insanla dünya arasındaki kocaman fark kadar âciz ufacık bir melek doğuverince erkekleri, kadınları güldürecek derecede saf gülümsemelerle bir yolda, kadınları, erkekleri ağlatacak derecede masumca ağlayışlarla başka bir yolda doğuştan, medeniyetten, kültürden ne kadar kuvvet elde edebilmişlerse hepsini o masum zayıfın mini mini ellerine teslim etsinler, küçücük ayaklarının altına saçsınlar!
Dünyada insan için övünülecek bundan büyük güzellik var mıdır?
Cezmi’nin babası, bu yüksek düşünceleri bir kitapta görmemişse de kalbinde hissedenlerden olduğu için, ölen karısından kendine armağan kalan çocuğunu erkekçe büyüttü. Çocuk ağlayacak olsa, kendisi güler, onu da güldürürdü. Çocuk hastalanacak olsa, kendi sağlığını onun korunmasına hasreder, kendi sağlığı bozulmaksızın onu da iyileştirmeye muvaffak olurdu.
Çocuk daha sekiz dokuz yaşlarındayken hatasız bir yaradılışa, kayıtsız ve her şeyi hoş gören bir karaktere malik olmak istidadını göstermişti.
Bünyesi kuvvetliydi; gençliği bir ilkbahar ferahlığı içinde geçiyordu. Başkasından görüp öğrendiği “dünyayı bir mesire saymak” eğitimi de gönlüne başka türlü istidatlar, başka türlü hevesler vermişti. Başı ucunda yıldırım gürlese, ona, gökyüzünde birisi gülüyormuş gibi gelirdi. Gözünün önünden bir cenaze geçse, tabutunu bebek sandığı sanırdı.
Derslerini amcasından okudu. Amcası da babası gibi bir sipahi yani asker oğlu askerdi. Bununla beraber, o çağlarda çok yaygın olan kültür hevesi,14 kendisini zamanın müspet ilimlerini de öğrenmeye sevk etmişti.
Amcası gerekli bilgileri kendisine verirken ve sipahiliğe ait talimleri öğretirken, bir yandan da askerlik fikrini onun kafasına yerleştirmeye uğraşıyordu. Bu yoldaki özel eğitiminin özeti de şuydu: Askerliğin gereği gülmek ve hatta ölürken bile gülmektir. Asker, gözyaşını şehit düştüğü vakit vücudunu süsleyen yahut düşmanını öldürdüğü zaman kılıcından o mağlubun üzerine dökülen kan damarlarında görür. Asker, gerçekten askerse, mezarının en karanlık köşesinde cennete bir pencere bulur. Asker, gerçekten askerse, vücudu toprak altında yatarken, ruhunun gökyüzünde, namının halkın dilinde iftiharla dolaşacağını düşünür ve yerin altını üstü ile eşit ve belki yerin altını daha üstün görür. Asker, gerçekten askerse, rahat döşeğinde ölüp de şöylece bir mezara atılıvermekle, şan meydanında şehit edilerek mezara bedel bir milletin kalbinde yatmak arasında ne büyük fark olduğunu gayet iyi bilir.
Böyle yüksek, böyle vatansever düşüncelerden dolayıdır ki, askerliğin en büyük özelliği de savaş alanını güzel bir mesire, güzel bir yol geçidi saymaktır.
Amcasının bu konudaki düşüncesi, bu ve buna benzer sözlerle çocuğun yüksek duygularını açmaktan, geliştirmekten ibaretti. Fakat ne yazık ki Cezmi, on beş, on altı yaşlarındayken amcasını, yirmi yaşına gelince de babasını kaybetti.
Dünyaya yalnız başına geldiği gibi, bu dünyada yine yapayalnız kalmıştı.
Fakat Tanrı’nın insanlar için aileden sonra en büyük dayanağı olmak üzere yaratıp kurduğu insan toplumuna karışabilecek yeterliği kazanmıştı. Atalarının kılıcı hakkı olan tımarı devletin kanunları kendisine sağladığından geçim sıkıntısı diye bir şey bilmiyordu. Çocuk denilecek kadar gençti; fakat bünyesi hiç ihtiyarlamayacak kadar kuvvetli, babasından miras kalan kılıcı ise kendisini düşman şerrinden koruyabilecek kadar keskindi.
Aldığı eğitim gereğince dünyayı, her tarafı ölülerle dolu bir savaş alanı bilirdi. Onun için hiçbir şeyden çekinmez, ölümden, beladan korkmanın ne demek olduğunu düşünmeyi bile kafasına sığdıramazdı.
Gençliği, gördüğü kuvvetli eğitim, yoksulluğu hiç tanımamış olması, laubali karakterine başka bir parlaklık, başka bir kuvvet kazandırıyordu. Genel durumu:
Bir safa ağzı açmış sanki her kabarcığı
Kainatın hâline gülümser şarabımız.
beytindeki tarife canlı bir örnek sayılacak kadar rintceydi. O kadar ki, gençlik çağında aşkı bile, çiçeklerin tazeliği veya içkinin verdiği neşe gibi, birkaç saatlik geçici bir şey sanırdı.
İşte Cezmi ile Âdil Giray’ın karakterleri arasında bir aykırılık gösteren bunlar olduğu gibi, o iki zıt yaradılışı birbirine yaklaştıran yönler de vardı: Cezmi de Âdil Giray gibi doğuştan şair ve asker yaratılmıştı.
Cezmi, dünyanın her kederinden, her üzüntüsünden, hatta ciddi bir aşktan bile uzak ve tamamen başıboş, o gençlik çağında hem eğlenmek hem meyhanede Hafız Divanı okuyan rintler gibi, eğlenti arasında öğrenimini tamamlamak için İstanbul’a gelmişti.
Kendisi “Kalemini kılıcıyla keser, kılıcını da maktaında15 biler.” sözüyle nitelenmeye değer bir asker olarak yüzü ne kadar heybetliyse gidişatı ve genel durumu ile de o kadar sıcak ve sokulgandı. Erkekçe tavırları, hoş sohbetleri ve şakacılığı sayesinde, o zamanın hem en seçkin askerlerinden hem de kudretli şairlerinden birçoğu ile birer birer tanışmıştı.
En önce edindiği himayecileri ise sarayın en iyi, en seçkin binicisi olması bakımından, o vaktin tabirince “Mirahurluk”ta bulunan Ferhat Ağa16 ile Baki’den sonra devrin en kudretli şairi sayılan Nev’î17 idi.
Ferhat Ağa’nın hâl ve şanı yukarıda bir dereceye kadar görülmüştü. Aşağıda ise, daha birçok güzel eseri görülecektir.
Nev’î, ağıtı ile meşhur Baki’nin (1526-1600) yerini tuttuğunu ispat eden ve Harbat’ın18 birinci cildinde bulunan “nun” kafiyeli ufak manzumeciği ile Nef’î’yi (? – 1634) bile izinden yürütmek şerefini kazanan zattır ki, oğlu Atâyi de (1538-1637), Taşköprülüzade Ahmet Efendi’nin “Şakayık-ı Numaniye” adlı eserine zeyl yazmıştır. Bununla beraber sağlığında СКАЧАТЬ
14
Kanuni devrinde yalnız yeniçeriler arasında seksen kadar şair bulunduğu tarihî bir gerçektir.
15
Makta: Kesit. Eskiden mürekkeple yazı yazılan kamış kalemi açtıktan sonra ucunu üzerine koyup kestikleri yazı aracı.
16
Birinci bölümde kendisinden biraz bahsedilen Ferhat Paşa.
17
Nev’î (1533-1589): XVI. yüzyılın, Baki’den sonra en büyük şairi olup Malkaralıdır. Şeyhlerden Pir Ali Efendi’nin oğludur. Mürettep divanı vardır.
18
Harabat: Şair Ziya Paşa’nın Türk, Arap ve İran edebiyatlarından seçme örnekleri ihtiva eden eseri. Namık Kemal, “Tahrib-i Harabat” ve “Takibi Harabat”