“Bir iki gece evvel rüyamda ata binmiştim. Devlete erersin, dediler. Hiçbir şey çıkmadı. Şimdi anlıyorum ki, rüyada ata binmekten bir şey elde edilmiyor. İnsan uyanıkken böyle ata binebilse devlet ayağına geliyor.” gibi nükteli sözler söylemeye başladı.
Cezmi ise bu övünmelerin hepsine karşılık:
“Eğer geçen günkü cirit oyunu benim için gerçekten yükselme vasıtası olacaksa, hem kendime hem devletin hâline acırım. Gösterdiğimiz marifet nedir ki devlet katında yükselmemizi gerektire? Bir kılıç tımarım var, o nimetin hakkını ne zaman ödedim ki başka bir devlet arzusuna düşeyim? Benim inancıma göre, hak etmeden yükselme, haklı mahrumiyetten bin kat fenadır. Kendi kendisini bulunduğu mertebeye layık görmeyen adam, halkın gözünde ne kadar küçüleceğini düşünürse utancından yerlere geçer. Şimdi mesela benim gösterdiğim meziyet, biraz ata binmek, biraz cirit atmaktan ibaret oluyor. Bu meziyetlerle olsam olsam iyi bir seyis veya maharetlice bir cirit öğretmeni olabilirim. Bu hâl ile beni tutsalar da mesela yüksek bir subay yapsalar, halkın karşısına ne yüzle çıkarım? Tanrı bana yükselme nasip ettiyse, o yükselmeye layık olduğumu ispatlayacak hizmetler kısmet etsin.” cevabını verdi.
Toplantıda bulunanlar, Cezmi’nin bu sözlerini yalancıktan alçak gönüllülüğe ve utancına yordular. Fakat gerçekte Cezmi, fikrini, vicdanını bu sözleriyle gayet samimi bir şekilde anlatmış oluyordu. Çünkü ikbale, ilerlemeye hevesli değildi. Ancak, hak ettiği takdirde yükselmeyi isterdi.
Sohbet ilerledikçe herkesin neşesi de artmaya başlamıştı. Mecliste hazır bulunanların hepsi az çok kültürlü insanlar olduğu gibi, müzikten de anlıyorlardı. Eğlence olarak bir ağızdan önce Baki’nin:
Hoş geldi bana meygedenin âb u havası
Billah ne güzel yerde yapılmış yıkılası 22
matlalı23 ve arkasından da Nev’î’nin:
Gönül hercayi dilber bi-hakikat neylesün Nev’î
Şikâyet bi-vefalardan şikâyet bi-vefalardan 24
maktalı25 gazellerini okumaya başladılar.
Okudukları şeyler, sanki orada bulunanların durumlarını ibret gözü önünde tasvir ediyordu. Zira kimi, Baki’nin beytiyle, içkiye hitaben sarhoşça övgülerde bulunuyor veya beddua ediyor; kimi de, Nev’î’nin mısralarıyla, aşk yüzünden uğradığı sitemleri birer birer hatırlayarak coşuyordu.
Cezmi ise vücudu sapasağlam, midesi gayet kuvvetli olduğundan içki kendisine pek dokunmuyordu. O, büsbütün başka bir terbiye almıştı. Aşktan anladığı mana ise tamamen başka olduğu için, sitemini görecek, cefasına katlanacak sevgilerle pek öyle sıkı fıkı düşüp kalkmadığı için, bu konuda hatırlayabileceği meşakkatleri de yoktu. Müziğe karşı da o güne değin pek öyle yakın bir ilgi göstermemiş, daha doğrusu müzisyen olmaya hiç heves etmemişti. Esasen heves etmiş olsa da tabiatı buna elverişli değildi.
Meclis arkadaşları neden sonra Cezmi’nin ahenge karışmadığını fark ettiler. Kendileriyle birlikte şarkı söylemesi için onu zorlamaya başladılar. Müzikle fazla bir ilgisi olmadığını söyledi. Önce inanmadılar, sonra Cezmi’nin teminatı üzerine inandılar. Fakat bu defa da, güzel sanatlardan biri olan müzikten anlamadığı için teessüf perdesi altında, birtakım dokunaklı sözlerle Cezmi’ye taş atmaya başladılar.
Müziğin güzel sanatlardan olduğunu Cezmi de biliyordu; fakat sesi buna elverişli değildi. Sonuç olarak, bir müzik parçasını zevkle dinlemeyi, söylemekten üstün tuttuğunu sözlerine ekledi. Cezmi’nin bu konudaki düşüncelerini gönül saflığı ile bildirmekten ibaret olan sözlerini arkadaşları, attıkları taşlara karşılık saydılar. İçlerinden biri, gevezelik yarışına çıkmış gibi:
“Ha, sahi, unutmuştum. Siz şairsiniz. Hiç musikiye tenezzül mü buyurursunuz? diye hafif tertip alaya başladı. Durumu ve sesinin tonu bu sözlerdeki alay maksadını açıktan açığa belli ediyordu.”
Cezmi dayanamadı: “Ne yapalım efendim?..” diye karşılık verdi. “İnsanlık dururken çalıkuşu olmaya heves etmek elimden gelmiyor…”
Bu sözleri toplantıda bulunanların hiddetini bir kat daha artırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı.
Davetlilerden biri:
“Şiir söylediğiniz zaman herhâlde deminki okunan beyitler gibi söylersiniz ya!”
Cezmi:
“Kim bilir… Belki…”
Bir başkası:
“Yok, yok! Bey onları da beğenmez…”
Cezmi:
“O beyitleri beğenmezsem ne lazım gelir yani? Şiirden birazcık anlasanız siz de beğenmezdiniz. Baki’nin, Nev’î’nin her sözü mutlaka güzel olmak gerekmez ya!”
Öteden bir başkası:
“Bey, Baki’den de Nev’î’den de daha güzel söyler, Fuzulî gibi söyler.”
Cezmi:
(Hiddetini saklayarak) “Evet, Fuzuli gibi söylerim. Ne olmuş yani?”
Önceki:
“Öyleyse, şimdi bir Fuzuli Divanı buluruz, rastgele bir yaprağını açarız, ilk sayfasında çıkacak şiirine bir nazire26 söyleyebilirseniz size dört başı mamur bir ziyafet veririz. Ya söyleyemezseniz?”
Cezmi:
“Tabii biz de bir ziyafet vereceğiz. Fakat şiiri kim ayırt edecek? Ayırtmanlık size kalacaksa şimdiden yandık demektir, bahse hiç girişmeyelim. Söyleyeceğim nazireye şimdiden fenadır deyip çıkarsınız işin içinden…”
Bir başkası:
“Hayır, öyle değil! Şair Nev’î benim hocamdır. Gider ona gösteririz.”
Cezmi:
“Öyleyse pekâlâ olur.”
Konuşma buraya gelince bir Fuzuli Divanı27 bulmak gerekiyordu. Bu eseri ha deyince bulmak ise hayli güçtü. Çünkü bizde Kanuni Sultan Süleyman zamanından sonra, her yeniliğe karşı olduğu gibi, matbaacılığa da önem verilmemişti. Hatta böyle bir СКАЧАТЬ
22
Meyhanenin suyu, havası bana pek hoş geldi. Yıkılası meyhane vallahi ne güzel yerde yapılmış.
23
Matla: Kaside veya gazelin ilk beyti.
24
Gönül, o gelgeç güzel pek hakikatsiz Nev’î ne yapsın? Vefasızlardan şikâyet, vefasızlardan şikâyet…
25
Makta: Kaside veya gazelin son beyti.
26
Nazire: Örnek, karşılık. Divan edebiyatında bir şairin şiirini taklit ederek aynı ölçü ve aynı kafiyede yazılan şiir.
27
Divan: Eskiden divan şairlerinin, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş şiir dergisi.