Tarihlerimizin bir kısmı da, Sokullu’nun faydasız görmesine rağmen açılan ve 1577’den 1639’a kadar muhtelif fasılalarla yarım asırdan fazla sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarının bu safhasını, Osmanlıların İran’dan bazı yerler koparmak tamahkârlığına bağlamak istemişlerse de, işin doğrusu öyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni devrini andıracak ve Köprülü devrine gelinceye kadar en son ve bir dereceye kadar en parlak silah parıltısı sayılabilecek o savaş, gerçekte Şah II. İsmail’in, yukarıda söz konusu ettiğimiz acayip fikirlerinden ileri gelmişti.
Perihan’ın, canını dişine takarak koskoca bir saltanat tahtına çıkarttığı Şah II. İsmail o yüksek makamdan kendi münasebetsizlikleri sebebiyle, hatta hayatını da kaybederek gitmişti. Yerine gelen Muhammed Hüdâbende, gözlerine mil çekilmiş zavallı bir âmâ idi. Yıllardır dünyayı görmekten mahrum kalmış müebbet zindan mahkûmları gibi, hayatını saran koyu karanlıklar sebebiyle, yaşamak kendisi için belki çekilmez bir azap olmuş; vücut rahatından başka dünyada her lezzetten yoksun bulunduğundan, kimse ile uğraşmak şöyle dursun, dünyasından bile bütün bütün usanmış bir adamdı.
Yeni şahın komutan ve yakınlarının çoğu da, Şah II. İsmail tarafından gözlerine mil çektirilmiş Hüseyin Kuli Halife ve o kabilden felaket arkadaşlarıydı. Bununla beraber, yine de Türklerle savaşmak arzusundan geri kalmazlardı.
İran’ın o zamanki hükûmetine, gerek maddeten, gerek manen, körler âlemi denilse yeridir.
O yıllarda İran’ı idare edenlerin hemen hepsi gerçekten kördü ki, Perihan’ın her işinde, her davranışında parlayan zekâ ışıklarını bir türlü göremiyorlar; Begüm Şehriyar’ın gidişatındaki hainliği de, bazı çiçeklerdeki zehirler gibi yüzünün güzelliği örttüğü için, bir türlü fark edemiyorlardı.
Henüz, pek genç olan Hamza Mirza’nın istidadını yaşıyla, cellat kudretini de boyu ile ölçüyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun servetini ise, ancak Yavuz Sultan Selim’in Kanuni Sultan Süleyman’ın zatlarıyla kaim sandıkları için, Türk milleti ile savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyorlar; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı.
İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevî Devleti’yle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.
6
Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Çünkü Don Nehri’yle Volga Nehri’ni birleştirip, Hazar Denizi üzerinden Turan’a bir ulaşma yolu açmak ve böylece İran’ın tepesinde bir tehdit yumruğu yaratmak umudunu kaybetmişti. Esasen askerin durumu da malumdu. İran Seferi’ni istememekte Sokullu’nun iki düşüncesi daha vardı.
1- Donanmamızın İnebahtı bozgunu (1571) siyaset yönünden gerçi hiçbir etki yaratmamıştı. Fakat Osmanlı Devleti, Yıldırım’la Timurlenk arasındaki Ankara Meydan Savaşı’ndan beri hiçbir yerde yenilmemiş, bahusus kuruluşundan beri Avrupa’nın karşısında böyle bir yenilgi görmemişti. Binaenaleyh, İnebahtı bozgununun sonucu olarak zafer güveninin bizde bir dereceye kadar azalması ve Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nun ikbal güneşini söndürme ümitlerinin artması tabii idi. Bu takdirde ise, Avrupa’da aleyhimize yine bir Haçlılar birleşmesi ortaya çıkabilirdi. İşte bu kuvvetli ihtimali göz önünde tutan ihtiyar ve tecrübeli sadrazam, elindeki kuvvetlerin bir kısmını doğuda harcamak istemiyor; hepsini batıdan gelebilecek bu tehlikeye karşı hazır bulundurmak istiyordu.
Sokullu’nun bu düşüncesi çok doğruydu. Zira imparatorluğun başında, bir yandan Avrupa’nın bağrına kadar uzanırken, bir yandan da İran’ı titretecek olan bir Yavuz Sultan Selim, bir Kanuni Sultan Süleyman yoktu. Kendisi ne kadar büyük bir adam olursa olsun, iktidar mevkisinde padişahtan sonra geliyordu. Hem İran’a yeni bir savaş açtığımız takdirde Avrupalılar bunu fırsat bilerek üstümüze çullanmazlar mıydı? Aksini kim iddia edebilirdi? Bu takdirde, hem doğudan hem batıdan gelecek iki tehlikeye karşı durmak kolay bir iş değildi. Binaenaleyh, tehlikeyi kendi üstüne davet demek olan bu savaşı ihtiyatsızlık sayıyor, faydasız ve neticesiz buluyordu.
2- Avrupa zengin bir bölgeydi. Yeniçeriler ve sipahiler Avrupa seferlerinde birçok ganimet elde ederlerdi. Bundan başka gittikleri yerlerin menzilleri az, mevkileri bayındır olduğundan, savaşlarını daha kolaylıkla yaparlar ve netice olarak savaşların hep Avrupa’da olmasını isterlerdi. Çaldıran’a giderken yeniçeriler, Yavuz gibi bir cihangirin çadırına bile kurşun sıkarak hoşnutsuzluklarını açığa vurmamışlar mıydı?
İran ise, Cengiz’in, Selçuklukların ortaya çıkışından beri, birkaç yüz sene içinde belki kırk elli defa istila belasına uğramış, yağma edilmişti. Bundan başka Şah İsmail Safevi’nin Şiilik namına telef ettiği canlar, yıktığı yuvalarla bir büyük harabeye dönmüş; içindeki köyler, kasabalar mezarcı kulübesi gibi görünen koca bir mezarlığa benzemişti. Bütün bunlardan başka, arada ne de olsa bir din kardeşliği vardı.
İran’a sefer açıldığı takdirde, İstanbul’dan hududa ve huduttan da gidilecek yerlere kadar, hemen Avrupa’nın tamamına yakın bir mesafeyi hem de yürüyerek geçmek gerekiyordu. Geçilecek olan bu meşakkatli yollarda ise, ganimet namına hemen hiçbir şey yoktu. Bilakis her çeşit sıkıntı bol bol mevcuttu. Bu bakımdan asker takımı, İran seferini ya Sultan I. Selim’in şahsiyetindeki heybet ya da Kanuni Sultan Süleyman’ın kendi asker gönüllerinde yarattığı ve parlattığı saygı kuvvetiyle yaparlardı. Sokullu devrinde ise ne öyle bir heybet ne de böyle bir saygı vardı… Tecrübeli sadrazam, asker İran viraneliklerine sevk edildiği takdirde, yetmiş seksen yıldan beri bin bir çeşit belayla arkası ancak alınabilen fitnelerin, ayaklanmaların geri gelmesinden de çekiniyordu. Bu düşünce çok isabetli idi. Nitekim, yeniçeri ve bilhassa sipahi tarihlerinde görülen yeni kargaşalıkların ilk tohumları bu savaşta ekilmeye başlandı.
İkinci Vezir Ahmet Paşa da, sadrazamın fikrindeydi. Fakat Ahmet Paşa’nın esasen sadakatten başka bir meziyeti, her işte Sokullu’ya tabi olmaktan başka bir fikri yoktu. Hatta zamanının zürefası kendisine Sadrazam Gölgesi diye ad takmışlardı.
Yukarıda biraz belirtildiği üzere, Sokullu sarayda eski itibarını kısmen kaybetmişti. Bundan dolayı saray adamları, sadrazam her ne istese onun aksi bir yol tutmayı, amaca varmak için en doğru, en kestirme bir çare saymaya başlamışlardı.
İran Savaşı meselesinde Sokullu’ya en çok itiraz edenlerden biri ve belki birincisi, Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa Paşa’ydı ki Kubealtı’nda üçüncü vezirdi.
Bu savaşın heveslilerinden birisi de, yine Sokullu’nun sayesinde Tunus ve Yemen’in fethinde hizmetleri görülen Dördüncü Vezir Sinan Paşa’ydı.
Bu iki zat, birbirlerinin fatihlik, kahramanlık şöhretlerini çekemezlerdi; ikisi de Sokullu’dan sonra sadrazam olmayı kafalarına iyice yerleştirmişlerdi. İkisi de o devrin devlet adamları СКАЧАТЬ