“Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz-reftar olanın pâyına dâmen dolaşır” 13
fikrini benimsemiş, uzak görüşlü bir zattı. Padişah, yakınlarından ziyade Sokullu’nun himayesinde gölgelenmek ister; fakat bir yandan da saray adamlarını boşlamazdı. Hayli zengindi. Yaşadığı devir ise, hediyeler devri ve mutlaka büyüklerden birine bağlılık devriydi.
Sinan Paşa, İran seferi meselesinde tabii Sokullu’dan ayrıldı. Çünkü, gerek padişah yakınlarının, gerek Lala Paşa’nın saraydaki nüfuz derecelerini iyice biliyor ve bu savaşın mutlaka açılacağına inanıyordu. İran Savaşı açıldığı takdirde ise, ordunun emir ve komutası, kendinden kat kat üstün olan baş rakibi Lala Mustafa Paşa’nın eline verilecek ve zafer kazanılınca da Sokullu’nun yerine Lala Paşa geçecek diye düşünüyor ve böyle bir durum, hiç işine gelmiyordu. Binaenaleyh, yapılacak iş savaşa taraftar olmak ve katılmak, rakibine meydanı boş bırakmamaktı.
Bu iki zattan Lala Mustafa Paşa, İran’ın savaş hazırlıkları karşısında güdülecek barışçı bir siyasetin, imparatorluğun şan ve haysiyetine dokunacağını ve belki bu suretle düşmana karşı girişilecek uysallığın, kuvvetsizliğimize yorumlanarak, düşmanın savaş arzularının bir kat daha şiddetleneceğini ileri sürüyordu.
Sinan Paşa ise, velev İranlılar savaştan çekinseler bile, neticede Safevi saltanatının yıkılacağını ve böylelikle tekmil İran’ın Osmanlı ülkesine katılacağı fikrini savunuyordu.
İkisi de en büyük bir fırsat zamanının gelmiş olduğundan tutturarak, elektriğin birbirine zıt iki kuvveti gibi birer başka noktadan hareket ettiler; birbirleriyle çarpıştılar, arada savaş ateşinin alevlenmesine sebep oldular. Bu ateş ise, eğrile doğrula Sokullu merhumun haysiyetini ta temelinden sarstı.
7
Karanlık bir gecede şiddetli bir karayel fırtınasıyla Boğaziçi’nde çıkan bir yangın levhası göz önüne getirilsin! Öyle bir yangın ki, siyahlı, kırmızılı renk renk müthiş alevleriyle, eski masallarda gördüğümüz ejderler gibi kâh göklere çıkmak ister, kâh rüzgârın şiddetli bir karşı koymasıyla aşağı süzülür, denizlerle çarpışır, ortalığı birbirine katan bir heybetle sahilden denize atıldığı gibi, denizden de karşısındaki sahile saldıracak gibi görünür. Etrafına gökteki yıldızlar kadar çok kıvılcım saçar, düşen yıldızlar gibi yanık tahta parçaları, kızgın demir kırıkları dağıtır. Havadan, hatta o heybetli ateşin kenarına düşen damlalara dahi bu parçası kadar soğuk bir bela yağmuru yağar durur.
Ağaçlar, dağlar, tepeler, kimi kefeniyle ayağa kalkmış şehit cenazesi, kimi üzerine beyaz örtü çekilmiş fakir tabutu, kimi taşları kırılmış da üzerine yığılmış ecdat mezarları gibi bembeyaz karlar içinde bir dehşet, bir acayiplikle göze çarpar.
Gecelik kıyafetiyle yataklarından uğramış birtakım zayıf ve biçare kadınlar, çocuklar, can korkusu ile tir tir titreyerek etrafta dolaşırlar.
Bu korkunç manzara karşısında, denizin tufanı andırırcasına şiddetle çarpışan dalgaları arasında çalkanıp gelen bir kayıktan imdada koşmak için bir delikanlı denize atılır; kayıktakiler, ağır bir yükten kurtulmuş olduklarına hükmederler; kendi selametleri için o biçarenin dalgalar arasında yuvarlanıp gidişini kendileri için büyük bir nimet bilirler; azgın dalgalardan ziyade onun kayığa yaklaşmasından çekinirler. Sahilde bulunanlar ise, alevlerin her tarafı sardığı o korkunç anda, denizin içinde azgın dalgalarla boğuşup kendilerine yardım etmek isteyen o kahraman delikanlıya tutunması için bir tahta atmaktan bile ürkerler. Çünkü, atacakları küçük bir tahta parçasının bile, söndürmeye uğraştıkları yangını artıracağından korkarlar. Velhasıl, denizdeki gönüllü yardımcılarına ufacık bir yardımda bulunmaya cesaret edemezler. O biçarenin fırtına çığlıklarına karışan, tüyler ürpertici, sinir bozucu feryatları da, vücudu gibi, dalgalar arasında kaybolur gider. Üzerine dağ gibi dalgalar yığılır; sanki altında bir yanardağ faaliyete geçmiş de bir mezarlıktaki ölü kemikleri gibi beyaz, fakat müthiş köpükler her tarafından havaya doğru fışkırır. Her dakika, hatta her saniye dalgaların şiddetli çarpışmasına uğrayarak, kâh göklere çıkmak isteyen kasırga gibi doğrulur; kâh döne döne yerin dibine geçen ve yokuş aşağı büyük bir hızla akan sel gibi aşağı yuvarlanır; üzerinden hava tazyik eder; vücudunu dünyaya yük olmuş müstebit hükümdarlar gibi, cehennemin yedi kat dibine sevk etmek ister; yine deniz o hava basıncına karşı koyar, vücudunu mezar kabul etmemiş günahkârlar gibi dışarıya atmaya çalışır; ateş ara sıra saldırışını biçarenin bulunduğu tarafa çevirir; hayatını yok etmek için o iki sütun kuvvetle yarışa kalkar. Dalgaların her saldırışında sanki vücuduna bir cellat kemendi sarılır; dalgalara her gömülüşünde sanki bir kere mezara girer. Didişe didişe sinirleri takatten kesilir; uğraşa uğraşa vücudundaki kuvvet tükenir. Tuzlu sular yutar; âdeta içi zehirle dolar; soğuk iliklerine kadar işler; kanı donmaya, elinden ayağından hayat çekilmeye başlar. Feryat eder, kimsenin kulağına girmez; yardım diler, kimse yardımına gelmez!
Hâlbuki karşısında, gözleri önünde ve boyundan ancak üç dört defa uzun bir mesafede, vücudunu ısıtacak ateş cehennem alevleriyle yarışıyor! Kendisini kurtaracak insanlar, sahili mahşer meydanının bir numunesi gösterecek kadar kalabalık!
Fakat heyhat! O ateş ısıtmak için değil, etrafı yakmak için tutuşmuş; o insanların yüzde biri yangını söndürmeye uğraşıyorsa, yüzde doksan dokuzu can korkusu ile kendini bile kurtarmaktan âciz kalmıştır. Bir kısmı da, mahşer gününde, Tanrı katında affa mazhar olan kulların biri hayatına kastedecek kadar haris, cehenneme atılsa tamahından, ateşlerini boynuna saklayacak kadar alçak insanlardır. O korkunç ve dayanılmaz belalar arasında bile yine katilliğe, çalıp çırpmaya uğraşıyor.
İşte yardım için denize atılan gönüllünün durumunu, şeklini tasvir için ateşten, fırtınadan söz açmak gerektiği gibi, Cezmi’nin başından gelip geçenleri anlatmak için de yukarıdaki satırları yazmak gerekti.
Ancak, karşılaştırmada şu fark var: Yangın hayalî bir tasvir; birinci bölümdeki tarifler ise renkleri ileride meydana çıkacak bir tablonun müsveddesidir.
8
Cezmi’nin doğum yılını yukarıda söylemiştik. Şimdi biraz da ailesinden ve aldığı eğitimden söz edelim.
Cezmi, tımarı İstanbul civarında bulunan bir sipahinin oğluydu. Henüz iki yaşındayken, annesini kaybetti. Ana şefkati malumdur. İnsanda ne kadar ince duygu varsa, hepsi o sayede gelişir, o sayede daha küçükten eserlerini göstermeye başlar.
Cezmi’nin, annesini henüz tanıyamadan kaybedişi, o eğitimden, o şefkatten mahrum kalışı, kalbinde örtülü olan kabiliyetleri büsbütün bozmadı; yalnız başka yola çevirdi. Çünkü eğitmeni babasıydı. Babası ise asker olduğundan, çocuğunu bittabi askerce eğitecekti. Çocuk, mesela küçükken bir anne, yani bir koruyucu melek bulunmazsa, düştüğünü ve yine kalktığını görecek, masumca tavırlarına ve hatta ağlayışına gülümsemelerle karşılık verecek bir babası, kendisini teşvik edecek bir eğitmeni vardı.
Bundan dolayı, yaradılışındaki СКАЧАТЬ
13
Yavaş giden amacına erişir. Hızlı gidenin eteği ayağına dolaşır.