Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü. Yone Noguchi
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü - Yone Noguchi страница 6

Название: Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü

Автор: Yone Noguchi

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 9786258361407

isbn:

СКАЧАТЬ ama çok güzel takdim etmeliyim kendimi.

      Amerikey’de

21 Ekim Gecesi San Francisco

      “Elveda, Bay Belgic!”

      Her şeyi bir beyefendi şeklinde kişileştirmeye bayılıyorum.

      Bu da ne demek ola ki! Kitsune ni tsukamareta wa! Herhalde, kurnaz tilki beni zapt ediverdi. “Beyler, burası Amerikey mi?” diye haykırdım.

      Oy, ma, Meriken rüyam tam bir fiyaskoydu.

      Amerikamda duman saçarak gökleri işgal eden bir ejderha hayal etmiş miydim hiç?

      Duman beni boğuyordu.

      Parfüm şişemi ne diye valizime koyup kilitlemiştim ki?

      Limandaki vagonlardan çıkan kokuya güçlükle katlanabiliyordum. Takır tukur sesleri başımın içine işliyordu. Bir grup Çinli durmadan puro üfleyerek o kötü kokuyu yayıyordu.

      San Francisco’nun belediye başkanı olsaydım (“Başkan Bayan Gündüzsefası” kulağa ne kadar da romantik geliyor!), limanın çevresine ücretsiz hamam yaptırmadan bir saniye durmazdım.

      İnsanların böylesi berbat bir koku üretebileceğini hiç hayal etmezdim.

      Muhterem vagon sürücülerinin kokusu, bir M-A-Y-M-U-N kokusudur.

      Vahşi suratları da bu benzerliklerini kanıtlıyor.

      Bay Darwin’e ihtiyacı olan tüm kanıtları bu adamlar sağlamış olmalı. “Şehrin güzel bölümü buradan biraz uzakta,” dedi amcam.

      “Ziyaretçilerini şehrin arka kapısından karşıladıklarına bakılırsa, Amerikalılar hiç misafirperver değillermiş!” diye haykırdım.

      Bir parça ekmek kırıntısı için mutfak kapısına vuran karnı aç baldırı çıplaklar değiliz biz.

* * *

      Otel arabasını istemedik.

      Sokakları görmek için Doğu Limanı’ndan yürüdük.

      Tamageta wa! Bir ev sokak boyunca fırıl fırıl dönüyordu. Şu atsız arabaya bakın! Yerin altındaki bir iple bu arabayı çekmek nasıl mümkün olabilir?

      Her şey devasa bir ölçeği açığa çıkarıyor.

      Bu kıta manzarası bizim adalarımızınkinden farklı.

      40 milyon Japon olarak küçücük bir alanda yaşamak zorundayız. Dirseklerimizi gerdirecek kadar bile yerimiz yok. Cüce ağaçlar gibi kalmalıyız.

      Japonya’ya gelen Amerikalılar “Ah, ne küçük bir gösteri!” diye haykırsalar, hiç şaşırmam.

      Ne curcunalı bir koşuşturma! Kulakları sağır eden bir şamata!

      Herhalde sokakta bir an dahi tembellik edip durmak, kanun ihlali sayılıyor.

      Market Street’te arabalar saat başı on kişiyi katlediyor olmalı diye geçirdim içimden.

      Araba! Araba! Ve daha da çok araba!

      Böylesi şamatalı bir şehirde güzel görünmek faydasızdı. Tek bir beyefendi bile hayranlık dolu gözleriyle yüzüme bakmıyordu.

      Ne kadar üzücü!

      O gün bir festival falan var sanmıştım.

      “Hayır, her zamanki cumartesi kalabalığı!” dedi amcam.

      Acaba Tokyo sokakları, bu şehrin sadece gece yarısı kalabalığına mı denk olabilirdi?

      Sevgili elçinin yüksek binalar karşısında hayranlıktan ağzı açık kalmıştı. (Ah, ne kadar da dolgun dudakları vardı!)

      “Vay be, olağanüstü!” diye haykırdı sarhoş gözlerini Chronicle binasının saatine çevirerek.

      “Beyler senin hakkında konuşuyor,” diye fısıldadım binaya.

      Bu kadar gülünç davranmaması için elçiye yalvardım.

      O zaman kendine has umursamaz tarzıyla o kahramanlık dolu kahkahasını attı: “Ha, ha, ha…”

      Biz limandan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, şahin gibi uyanık bir delikanlı (henüz uykulu birini görmedim) elçinin yanına yanaşıp çantasını taşımak istedi.

      Bu yardım teklifine çok sevinmişti. Esmer diplomat, bunun bir yabancıya karşı nazik bir hareket olduğunu düşünüyordu.

      Birkaç sokak geçtikten sonra başını öne eğip delikanlıya içten bir “arigato” diyerek teşekkür etti.

      “Efendim, bana yirmi beş kuruş ödemelisiniz!”

      Elini cebine götürdüğü sırada amcam onun öne eğilmiş sırtına dokunarak dedi ki: “Burası mütemadiyen ‘öde, öde, öde’ ülkesidir, dostum!”

* * *

      “Sahici bir Amerikan dilencisi neye benzer?” diye sordum.

      Arkadaşımın Yokohama parkında gördüğü Meriken dilenci şık bir kuyruklu frak giymişti. “Çok kibar bir Bay Dilenci,” demişti arkadaşım.

      Amerika’da herkesin bir milyoner olduğunu sık sık duymuştum.

      O muhterem Emerson hocasıyla tanışmak için Yokohama’ya özel bir gezi düzenlemeyi kaç defa düşünmüştüm!

      Heyhat, bu sadece bir hayal olarak kaldı!

      Bay Dilenci’yi sokakta gördüm.

      Şık bir frakın o resmi saygınlığı içinde değildi.

      Emerson’u neredeydi hem?

      Japonlar gibi diz çökmeye alışkın olmadığından ayakta duruyordu.

      Tek fark, elinde bir müzik enstrümanı yerine kalemlerini taşımasıydı.

      O bir tüccardır (zira burası bir ticaret ülkesi). Oysa bizim Japon Bay Dilenci bir sanatçıdır diye düşünüyorum.

* * *

      Küçük altın saatim on biri gösteriyordu.

      Birkaç saattir limandan şehre ve oradan da şu an bulunduğum Palace Hotel’e kadar geçen zamanda edindiğim ilk izlenimlerim hakkında yazıyorum.

      Oda numaram 489.

      Dışarı çıkarsam geri dönemeyeceğimden korkuyorum. Oda numaramı hatırlamak çok zor.

      Büyük aynaya bakınca o kocaman odada küçücük görünüyordum.

      Yüksek tavanlı çok büyük bir odaydı bu!

      Kendimi hiç de СКАЧАТЬ