İslam Tarihi. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İslam Tarihi - Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi страница 7

Название: İslam Tarihi

Автор: Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-04-4

isbn:

СКАЧАТЬ ve bozucu şeyleri kapsayan çerçevesi dışında bir ahlak düşüncesi ortaya koymak istedi. Bu muhterem âlim, böylece din ve ahlakı ayrı ayrı şeyler olarak kabul etti. Fakat her ikisinin yücelik konusunda birliğini ve eşitliğini itiraf etmesi bile gösteriyor ki Sokrat, ahlak ilminin din fikrinden ayrılamayacağını esasen kabul etmiştir. Ayrılıkları din fikriyle değil, o zamanın din biçimiyle, yani bu biçimin batıl olduğuyla alakalıdır ki bu da çok doğrudur.

      Bu söylediklerimizin bir hakikat olduğunu ispat etmek için bu önemli bahsi bütün açıklığıyla tenkit terazisine koymak gereklidir.

      Ahlakın esas konusu “vazife”den ibarettir. Vazife, yapılması muhakkak gerekli ve mukaddestir. Yani vazife kutsaldır. Böyle olmazsa, ismen vazife kalsa bile hakikatte vazife sayılamaz. O hâlde vazifenin yapılması muhakkak gerekli ve mukaddes olabilmesi için mukaddes bir esasa dayanması gerekir. Bu mukaddes esas ise kısaca uluhiyet fikrinden ibaret olup bu da “ölümden sonra dirilmek”, “mükâfat ve ceza” fikriyle anlatılmış olur. Bu fikirler sisteminin toplamı ise bir dini oluşturur. Bu esaslar aradan çıkarılırsa ahlakın bir manası kalmaz. Vazife denilen ağır borcu ödemek için bir sebep de kalmaz. Dinsizlik ile ortaya çıkabilecek “fazilet”, kanun korkusu, hükûmetlerin korkutması ve cezalandırması ile “görünüşte kötülük yapmamak”tan ibaret kalır ki böyle bir hâle fazilet adı verilemeyeceği meydandadır.

      Bir adam farz edelim ki Allah’ın varlığına, ölümden sonra dirilmeye, ahiretteki mükâfat ve cezaya inanmıyor, bu âlemin ne hikmet sebebiyle var edildiği kendisince meçhul, hatta kendisinin yaratılışının manevi sebebinin farkında değil. Bu varlık ona göre ya mihaniki [mekanik] kanunların faaliyetinin zarureti sonucu yahut da tesadüf eseri. Bu adam için yegâne saadet bu dünyada mümkün olan şeylerin zevkleri ile yaşamaktan ibaret. Fakat sosyal hayatta işgal ettiği vaziyet veyahut talihi gereği olarak bu adam mahrumiyete mahkûm. Kendi cinsinden olan birçok kimsenin eriştiği refah ve saadet ona nasip olmuyor ve kolayca bulunmuyor. Hâlbuki bu adamın yaşamasındaki yegâne sebep bu saadetten ibarettir.

      Şimdi insaf ve mantık gereğince sorarız:

      “Bu adamın fazilet sahibi olmasında, ahlakın emrettiği vazifeleri icra etmesinde, hatta yaşamasında bir mana var mıdır? Vazife, fedakârlığı, gerektiği zaman kendini feda etmeyi ve her vakit ihtirasları sınırlandırmayı emreder. Bu adam fedakârlığı niçin yapsın? Kendini niye feda etsin? İhtiraslarını, imkân buldukça niye sınırlandırsın? Sebep, hikmet?

      Hiç! Hiçbir sebebi yoktur. Bu adama göre vazifenin yerine getirilmesi, bir delinin alışkanlık şevkiyle bir şey yapması kadar mantıksız ve manasızdır.

      Denilebilir ki; insanlık hürmet ve muhabbetinden dolayı vazifesini yerine getirir. Fakat bu adamın farkına varıp da anlayabildiği şeylere göre insanlık nedir? Tesadüfün insafsız elinin, icat sebebi meçhul olan bir var etmesi!.. Hissiz ve vicdansız mekanik kanunların uydurduğu acayip şeylerden meydana gelmiş bir yığın… Öyle bir yığın ki üç beş günlük hayat için sayısız elemlere ve kederlere göğüs germeye mahkûm. Böyle bir adamdan beklenecek hareketler, vazife ve fazilet olamaz. İnsanlara karışmaktan hoşlanmamak, yeis ve nefret olabilir. Eğer bu fikirler sistemine bağlanmış bir adam, tesadüfen mutlular arasında bulunursa hemcinsine fenalık etmeyebilir. Fakat bu, fenalık etmeye lüzum ve ihtiyaç görmemek şartıyladır. Eğer bu şart aradan çıkarsa fenalık etmesi pek tabiidir. Çünkü fenalık etmemesi için olaylar silsilesi dışında sabit ve kesin bir sebebe inanmıyor, hiçbir zaruri fikir kendisinin hareketlerinin düzenleyicisi olamıyor! Olabilir ki böyle bir adam hemcinsine iyilik de edebilsin. Fakat bu da sosyal hayattaki vaziyeti itibarıyla veyahut sırf keyfî olarak bir hesap veya bir menfaat sebebiyledir. Bu takdirde o adama fazilet sahibi olduğunu göstermiş, vazifesini yapmış denilemez. Menfaatini gözetmiş, keyfini yapmış denilir.

      Bu adamı aç kalmış farz ediniz. Niçin aç kalsın? Sebep?.. Acaba aç kaldığı hâlde başkalarının haklarına hürmet eder de bir şey çalmazsa diğer bir hayatta vazifesini bilir bir kimseye yaraşır şekilde olan bu hareketinin, bu faziletinin mükâfatını görecek mi? Hayır. Çünkü bu adama göre ukba [ahiret] yoktur. Halik [yaratıcı] yoktur, din yoktur ki böyle bir fikre sapsın. Şu hâlde aç kalmış iken çalmaması için üç sebep düşünülebilir:

      1. Kanunen cezalandırılıp tepelenmekten korktuğu için.

      2. Din yolunda bulunan bir çevrenin etkilerine kapıldığından görüş olarak dinsiz iken amelî olarak, fiiliyatta yani göstermelik niyetle dindar bulunduğu için.

      3. Ahmaklığı ve aptallığı en üstün derecede olduğu için.

      Gerçekten vazifesini yapan dinsizlerde bu üç sebepten bazen birisi, bazen ikisi ve bazen de üçü bulunur. Bazı dinsiz bilginler görülüyor ki âleme ahlaksızlık fikirlerini yaymak gibi pek uğursuz ve çirkin bir vazife ifa etmelerine rağmen kendileri faziletli ve ahlaklı adamlardır. Bu manasız fazilet, yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden ilk ikisine dayandığı gibi ayrıca davasını ispat etmek, üzerinde yürüdüğü fikrî yolu korumak ve temize çıkarmak gibi hususi sebepleri de kapsayıcıdır. Velhasıl dinsizlikle fazilet aslında bir arada bulunmaz, bulunduğu nadir misallerde ise istisnadan ibaret kalıyor ve bu istisna da bir fayda sağlamak niteliğinden mahrum bulunuyor. İşte hangi noktadan düşünülüp incelense görülüyor ki; din, insanlar için tabii bir gerekliliktir, doğal bir ihtiyaçtır. Kalben ve vicdanen, felsefi olarak ve tefekküren (düşünce açısından), siyaseten ve toplumsal görüşler açısından insanlar dine muhtaçtır. Bu hakikat, tarihle ve her türlü insani varoluşla sabittir. Dinsizliğin tabii çocuğu, insanlara karışmaktan hoşlanmamak, ümitsizlik, hayatı hor görme ve anarşidir! Yani dinden uzak olanlar aynı zamanda insanlardan da uzaktır, ümitsizlik içindedirler, hayatı hor görürler ve bu bir anarşidir.

      Dinin lüzumunu inkâr edenler, bütün bu hakikatlerin kuvvet ve tesirini değiştirmek ve ortadan kaldırmak için birçok vesikalara başvururlar. Buna dayanarak din namına işlenen faciaları ve rezaletleri sayarlar. Despotizmin en kötü şekli olan dinî despotizmi bütün uğursuz safhalarıyla incelerler, dinin vesile ve vasıta olduğu suistimalleri detaylarıyla sayıp dökerler. İnsanlık tarihinde bir an eksik olmadığı görülen sefaletleri, cefaları, insanların acıma duygularına karşı teşhir ederek tahlil sonunda en önemli etkenlerden ve sebeplerden birinin de din olduğunu ortaya sererler.

      Bunların hepsi doğru ise de dinin inkârcılarının bu doğrulardan çıkardığı sonuç yanlıştır. Bunların hepsi insan ihtiraslarının alçaklık kudretini, nefsin kötülük anlayışını ispat edebilir. Fakat ne dinin lüzumunu ve ne de yüceliğini inkâr için delil olamaz. Bir şey, bozulmuş hâliyle ve suistimaller ile ortaya çıkan etkisi ile değil, bizzat kendisinin gerçekliğiyle muhakeme edilmelidir. Dinin suistimale uğradığı pek doğrudur. Fakat bundan dinin lüzumunu inkâr etmek gibi bir sonuç çıkarmak hiç de doğru değildir. En faydalı bir şey bile suistimal neticesinde faydasız, hatta zarar verici olabilir. Fakat bu, suistimale ait kalıp o şeyin kendisine ait olamaz. İnsanlar, en yüce fikirleri bile ihtiraslarına alet etmek yolunu bulurlar. Bu şekilde suistimaller insanlığın fıtrat ve cibilliyetine veyahut da anlayış ve terbiye tarzına ait bir durumdur.

      Dinin suistimalinden ortaya çıkan sonuçlar ile dinin gerekli olmadığını yahut zarar verici olduğunu iddia etmek en parlak safsatalardan sayılır. Başka bir ifadeyle dinin yanlış şekilde yorumlanışından, istismarından ortaya çıkan sonuçlara dayanarak dinin gerekli olmadığını iddia etmek, görünüşte doğru gibi değerlendirilmesine rağmen yanlış bir kıyaslama olur.

      Tarihte din namına СКАЧАТЬ