İslam Tarihi. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İslam Tarihi - Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi страница 11

Название: İslam Tarihi

Автор: Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-04-4

isbn:

СКАЧАТЬ Mutavassıt din, yani yukarıdaki dinlerle aşağıda gelecek iki din arasında geçit olan Musa dini

      4. Mutlak kurtarılma dini – Kâinatın inkârı üzerine kurulmuş Buda dini

      5. Müspet kurtarılma dini – İsa dini.

      6. Ahlaki dinlere dönüş – Muhammed’in dini.

      İşte görülüyor ki bu tasniflerde pek az hakikat, cüzi derecede ilim, çok idare-i maslahat, biraz taassup ve biraz da şahsi temayüller bulunuyor. Bir hadiseyi, fikrî bir olayı açıklamak ve aydınlatmak için ona birçok vasıf ve alışılmamış tabirler ilave etmek hiçbir maksadı sağlamaya yetmez. Bununla beraber sınıfları sınırlandırmak emeliyle birbirinden farklı dinleri aralarında biraz benzerlik bulunması sebebiyle aynı sınıfa sokmak da doğru değildir. Örnek olarak sunduğumuz şu dört tasnifin hiçbiri maksadı sağlamıyor. Zaten bu tasnif biçimi dış görünüşün tahlili üzerine dayanmış olup dinler hakkında pek de manevi, vicdani ve ahlaki bir hükmü kapsayıcı değildir. Başka bir deyişle tahlilî tenkit, ahlaki ve ruhi tenkide galebe çalıyor. Dinleri insan aklının türlü türlü ihtirasları diye kabul edip ahlaki ve vicdani yönlerinin kapsadıklarını önemsememeksizin ele almak “tenkit felsefesine” mahsus bir tarzdır. Birçok dinî şekil hakkında geniş bilgi sahibi olmak, tetkik fikrine kapılmış veyahut da şüphe ve tereddüde düşmüş bir insana hiçbir fayda vermez. Sonuç olarak zihinde “Acaba hangi din haktır?” suali böyle yüz bin tasnif okunsa yine baki kalır.

      O hâlde dinlerin tasnifinde, meşhur Maks Müller’in fikrine aykırı olarak önce “hak din-batıl din” gibi dinlerin önemli iki kısma ayrılması gerektiği açıktır. Gerçi böyle bir tasnif, belki de tarih bakımından bir derece mahzurludur. Fakat fikirlerin aydınlatılması için bu mahzura katlanmak gerekir.

      Hegel’in din felsefesine ait eserlerinde dinlere tatbik edilen başka bir tasnif daha göze çarpmaktadır. Pek fazla tetkik ve tenkide muhtaç olan bu tasnifin, esaslara temas etmesi bakımından büyük önem taşıdığı inkâr edilemez. “Dinlerin Mertebeleri” yahut “Kulun Rabbine Bağlantı Şekilleri” adı verilmesi gereken bu tasnife göre dinler aşağıdaki şekildedir:

      1. İki sınırın (kulla Allah arasındaki ayırıcı vasfın) belirsiz olmasından ötürü kul ile Rab arasında belirli bir nisbet bulunamayan dinler (İlkel dinler, yani cahil ve vahşi kavimlerin inanışları bu zümreye dâhildir.)

      2. Kul ile Rab arasında yalnız hâlık-mahluk (var edici-var edilen) nisbeti bulunup kulun kendini Rabb’inden ayrı ve gayri gördüğü dinler (Musa dini, İslam dini)

      3. Kul ile Rab arasında eksik olmakla beraber bir vücut (varlık) nisbeti bulunan din (Hristiyanlık)

      4. Kul ile Rab arasında en üstün manada vücut nisbeti, yani tam birlik (vahdet) bulunan mutlak din (Seçkin filozoflar ve beşerin en üstünü olan kimseler zümresinin erişebileceği dini mertebe)

      Hegel’in bu tasnif biçimindeki eksiklikle beraber fikrinin derinliği çok açıktır. Eksiklikler şunlardır:

      Birincisi: Buda dininin dâhil edilebileceği bir sınıf yok. Buda dini, “mutlak fena” [tam yokluk] fikri üzerine kurulmuştur ve mutlak tevhidi bildiricidir. Hâlbuki dördüncü mertebedeki varlığın tevhidinde fena yerine yalnız ebedîlik esasları müşahede edilmiş oluyor. Zaten Hegel’in yaptığı izahlardan bu söylediklerimizin doğruluğu meydandadır.

      İkincisi: İslam dininin hayret verici kapsamına Hegel’in bilgisinin ulaşamadığı, İslam dinini ikinci mertebede görmesiyle sabittir. Her ne kadar İslam’ın toplayıcı akidesinin şeri ve umumi şekli gereğince bu tasnif doğru ise de felsefi ve tasavvufi şekli bakımından İslam dini için ayrıca bir mertebe kabul edilmesi lazım gelir. Zira felsefi ve tasavvufi mertebesi bakımından İslam dininin, ne Hristiyanlığa tahsis edilen mertebeye ve ne de Buda dini için bizim açtığımız sınıfa dâhil edilmesi mümkün olmayıp onu fena ile bekanın itidal haddinden ibaret ve kâmil manada tevhidi bildiren bir mertebeye iade etmek gerekir.

      Söylemeye gerek yoktur ki İslam akidesinde insan ile hak din ikizdir. Fakat bu son derece ince meselede âlimler topluluğu ile mutasavvıflar arasında bir anlayış farkı vardır. Âlimler topluluğuna göre nebilerin getirdiği dinlerin hepsi hak olup akidenin esasında birbirinden hiç farkları yoktur. Neshedilen, değişiklik gören nokta, şeriatlar olup akide değildir. Başka bir deyişe göre din fikrinde, marifetullahta [Allah’ı tanımada] tekâmül yoktur. Hz. Nuh’un marifet ve inancıyla, Hz. İsa’nın veyahut Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin marifet ve inancı arasında bir fark olmadığı gibi ümmetlerinin akide ve marifeti arasında da fark yoktur. Mutasavvıflar bu hususu kayıtsız şartsız kabul etmiyorlar. Başka bir deyişle esasta değilse bile kapsamında ve şekillerinde fark ve tekâmülü kabul ediyorlar. Mesela Hz. Nuh, vahiy ve ilhamla yüceltilmiş ilahi bir memur olmak bakımından Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nden farklı değildir. Bu esasa göre nübüvvette tekâmül yoktur. Yine bunun gibi Hazreti Nuh’un dini hak ve dinî akidesi Allah’ın tevhidinden ibaret olup yine bu itibarla diğer indirilmiş dinlerden farklı değildir.

      Fakat Nuh’un ümmetinin gerçek olan akideyi kavrayışı, anlayışı ve Allah’ın zatını tanıyışı ile Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) ümmetinin kavrayışı ve tanıyışı arasında kat kat fazlalık ve tekâmül görüyorlar. Yine bunun gibi Ahmedî marifetin [Peygamber Efendimiz’in Allah’ı tanıyışının] diğer peygamberlerin tanıyışına üstün olduğunu, çünkü kendisi nebilerin sonuncusu ve tanıyışı tanımaların en mükemmeli, akidesi akidelerin en açık seçiği ve en genişi, dini dinlerin en mükemmeli ve en güzeli olduğunu ileri sürüyorlar. Bu iki fikirde esas bakımından bir çelişki olmayıp aynı hakikatin iki suretle anlaşılması ve kabul edilmesi demek ise de nübüvveti ve ilhamı inkâr eden ilim adamlarına göre dinî tekâmülün başka bir manası vardır.

      Rasyonalist, kartezyen, pozitivist düşünce sistemlerine bağlı yeni filozoflara göre din fikri de diğer fikirlerin geçirdiği devreleri takip etmiş, aynı kanunların hükmü altında tekâmül eylemiştir. İlkel insanların bütün fikrî gelişimlerinin taştan bazı aletler yapabilmeye, biraz sonra derilerle örtünmeye varabildiğini ortaya koyan münekkitler, bu fikir seviyesinde olan bir adamla Hz. Musa, Hz. İsa veya Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetinin marifetullahı ve inançları kabul edişte denk ve eşit olamayacaklarını, bunun aksine bir iddianın tarihe, tabiata, bilimlere ve doğru düşünmeye aykırı bulunduğunu ileri sürmektedirler. Bu düşünce, insanlık ve peygamberlik sırları aradan çıkarsa bir derece doğru olabilir. Fakat peygamberlik kaydıyla yarı kuvvetini kaybeder. Yukarıda sözünü ettiğimiz mutasavvıfların içtihadına göre ise hiçe iner.

      Maddiyatla maneviyatın tekâmülde birbirine bağlı olarak beraberce yürüdükleri iddiası, tarihin daima yalanladığı şeylerdendir. Bu kadar yalanlamalara rağmen zamanımızın filozoflarından birçoğu hâlâ iddialarından vazgeçemiyorlar. Bunun için birkaç misalle durumu açıklayalım.

      Birkaç bin sene evvelki hayat tarzı ile yaşayan, hâlâ binlerce sene evvelki tarzda yiyen ve giyinen bedeviler görüyoruz ki muhitlerinin gereği olarak bunların medeniyet âlemiyle önemli ve ciddi hiçbir münasebeti görülmüyor. Böyle bir bedevinin gelişmişlik seviyesi son derece geridir. Altı yedi bin senelik ilerleme ve gelişmeden öyle bir bedevi tamamen habersiz ve nasipsizdir. Bununla beraber yurdu, en gelişmiş ve ilerlemiş adamlar derecesinde ince duygular sahibi bir şair, derin bir dil bilgini yetiştirebiliyor. Eğer bedevinin ilerlemesini ve manevi durumunu sanatından, geçim ve yaşayışından СКАЧАТЬ