İslam Tarihi. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İslam Tarihi - Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi страница 6

Название: İslam Tarihi

Автор: Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-04-4

isbn:

СКАЧАТЬ adamışken en sonunda esrarengiz bir din çeşidi, garip bir tarikat meydana getirmiştir. Bu aşırılıktan da anlaşılıyor ki adı geçen dâhide, kuvvetli bir dinî his vardı ve sönmemiş idi.

      Bunun aksine pek dindar bazı adamlar vardır ki bir mabede girerken, ibadetleri icra ederken hiçbir şey hissetmezler. Bir Avrupalıyı bile duygulandıran ve zevklere gark eden camilerimize kırk sene devam edip de hiçbir heyecan hissetmeyen adamlar da vardır.

      Din aşkı, din uğrunda fedakârlık ve hizmet gibi güzel huy ve özellikler ancak dinî his sahiplerinde bulunur. Bu histen mahrum olanların dindarlığı ise ancak kendini beğenmişlik hislerini tatmin etmekten ibaret kalır ve böyleleri din aşkından, fedakârlıktan nasip almış değildirler.

      3. Dinin Lüzumu ve Faydaları

      Milyarlarca insanın, binlerce seneden beri bir dine bağlı olarak dinine sarılma lüzumunu hissetmiş olması, bugün bile yeryüzünün sakinleri milyarlarca insanın farklı dinlerden birine bağlanması, dinin gerekliliği hakkındaki kanıt ve delillerin anlamsız bir külfet olduğu düşüncesini uyandırıyor. Aslında bu fikir doğru ise de bu konuda ileri sürülecek deliller zihinleri aydınlatmaya yardım edeceğinden lüzumsuz değildir. Şurası da unutulmamalıdır ki dinin gerekliliğini inkâr eden adamlar her asırda görülmüştür. Zamanımızda da dinin vicdani, siyasi ve sosyal hiçbir lüzumu olmadığı fikrinde olan adamlar pek çoktur.

      Din fikri, denilebilir ki insan algısının zaruri olarak doğurduğu şeylerdendir. İnsanlık tarihinin yedi bin senelik kısmında isimleri görülen kavimlerin hep birer dine bağlı oldukları anlaşılmıştır. Fakat zannedilmemelidir ki din fikri yedi bin seneliktir. Din, insan ile beraber ortaya çıkmıştır. Bu itibarla din ve insan kelimeleri âdeta eş anlamlı kelimelerden sayılmıştır. Çünkü bunların birbirlerinden ayrılması mümkün değildir. Tarih öncesi çağlarda yaşamış insanlarda da din fikrinin varlığı, inkârı mümkün olamayacak bir surette anlaşılmıştır.

      Zamanımızdan üç yüz elli bin sene evvel tahmin edilen “Dördüncü Devir” başlarında yaşadıkları, bıraktıkları eserlerin ve fosillerin artıkları ile sabit olan ve taşlaşmış iskeletlerinin bulunduğu topraklara nispetle “Neandertal”, “Lojri”, “Kromanyon” gibi isimlerle anılan insanlığın en eski kavimlerinde din fikrinin varlığı buna delalet eden eserler ve elde edilen sonuçlar ile ortaya çıkmaktadır. Bu eski kavimlerden bir kısmının, ölülerini özel bir itina ile hep aynı şekilde gömmüş olması, kabirlere dikilen pek büyük taş parçaları, kabir yeri olarak seçilen mağaraların düzeni ve daha birçok alamet, din fikrinin varlığını açıkça ifade etmektedir.

      Gerçekten de suni olan şeylerin karışıklığına uğramamış bir dimağın, bir idrakin, bazı hususları zaruri olarak tefekkür ve değerlendirmeye tabii bir meyli ve samimi bir ihtiyacı vardır. Her insan8 şu sorulara bir cevap bulmaya mecburiyet hisseder:

      “Ben kimim?”

      “Nereden geldim?”

      “Nereye gidiyorum?”

      “Beni çevreleyen bu eşya nedir? Nereden peyda olmuştur?”

      Her insanın bu sorulara bulabileceği cevap, tarif ve içerik bakımından farklı olsa bile esas ve öz bakımından aynı şeylerdir. Bu sorular neticesinde soru sahibi, kendi şahsı ve çevresi üstünde bir varlık bulunduğunu keşfeder ve bu şekilde şanı çok yüce yaratıcıyı bulur ve bilir.

      Bu derece uzun zamanlardan beri milyarlarca insanın âdeta zaruri ve tabii olarak hissettiği bir fikrin lüzumu, kendiliğinden ortaya çıkar. Bu hususta bir itiraz gelecek olsa bile bu, fikre ve dinin ruhuna ait olmayıp dinî anlayış biçimlerine ve şekillere yönelmiş olarak kalır.

      Ceset için hava, su ve yenip içilecek şeylerin gerekliliğinin açıklığını kimse inkâr edemez. Ruh için birtakım manevi gıdalar vardır ki bunların da gerekliliği aynı derecede açıktır. Ceset için hava ne ise ruh için din odur. İhtimal ki bu benzetmemize karşı bahane göstermek için havasız ceset yaşayamadığı hâlde dinsiz bir ruhun yaşayabildiği söylenir. Böyle bir bahane ileri sürmek meseleyi güzelce tahlil etmemekten ileri gelir. Her şeyden önce zamanımızda dinsiz adam yoktur ve olamaz. Yalnız “din fikri” ile olumsuz bir tarzda meşgul olan adamlar vardır. Allah’ın varlığını ve dini inkâr edenler vardır; fakat dikkat edilsin ki bu inkâr, dinî fikrin yokluğu, dini tanımazlık demek değildir. Bu adamların din fikri ile meşguliyetleri, en az bir dine itikadı olan kimse derecesindedir.

      Din fikrini, inkâr ve nefy suretiyle de olsa kabul etmek bile dinin lüzumu için bir delildir. Bundan dolayı bu konu ile ilgili gerçek soru şu şekilde olmalıdır:

      “İnsan idrakinden din fikri çıkarılabilir mi?”

      Bu soruya tereddütsüz “hayır” cevabını veririz. İnsan idraki hangi seviyede olursa olsun, din fikrinden uzaklaşabilecek bir kuvvete sahip değildir. Ne tarihte ne de zamanımızda din fikrinden esasen mahrum bir fert göremiyoruz. Din biçimlerinin ve din fikrini kabul biçimlerinin ise işin özüne hiçbir etkisi yoktur. Bu sebeple dini inkâr, dinin gerekliliğini inkâr demek olmadığından başka inkârla meşgul olmak bile o gerekliliği tasdik demektir. Şimdi yeni doğmuş bir çocuğu alarak kendisine hiçbir din fikri telkin etmesek acaba tabii bir gelişme sonucunda ilk arayacağı hususlar arasında din bulunmayacak mıdır?

      İnsan idrakini, âlime yakışacak ve inceliklerini anlayacak şekilde tahlil edenler, din fikrinin zaruri fikirler sırasında olduğunu açık seçik bir şekilde ve hatta riyazî [matematiksel olarak, hesap ederek] bir kesinlikle ispat etmişlerdir.

      Şimdi de dine daha insani ve daha samimi bir açıdan bakalım. Önce hiç kimsenin inkârına cesaret etmediği şu meseleyi zikredelim: Ahlak, yani ahlaki faziletler insanlık için elzemdir.

      Gerçekten insanlık, ahlak ile diğer varlıklardan seçkin ve üstün bir mevki kazanmıştır. Genel ismiyle insanlık diye tarif ettiğimiz topluluk düzeni, ancak ahlak ile ayakta durabilir. Eğer ahlak olmasa vazifeler de olmaz. Vazifeler olmasa insanların hayvandan farkı kalmaz. İnsan cemiyetinin her şekli ahlak ile mümkündür. İçtimai topluluklar ve hükûmetler hep hukuka, hukuk ise ahlaka dayanır. Bu âlemde insanlara nasip olan, göreceli saadetin yegâne teminatı ve kefili ahlaktır. Ahlakın yüceltilmiş esaslı kaidelerini tahrif suretiyle onu yok edenler bile esasen prensipte (en principe) ahlakın lüzumunu kabul etmişlerdir.

      “Acaba din ve ahlak ayrı ayrı şeyler midir? Din olmadan ahlak mümkün müdür?”

      Sokrat ve onun talebeleri Eflatun ile Aristo’dan itibaren birtakım hakimler [felsefeciler], din ve ahlakın yücelikte bir ve eşit olmakla beraber ayrı ayrı şeyler olduğunu zan ve iddia etmişlerdir. Onların bu iddiaları bugün Batı’nın âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bulunuyor. Fakat mesele genişliğince ve derinliğince incelenecek olursa Sokrat’ı ve onun izinden gidenleri bu fikre sevk eden sebepler meydana çıkar. Önce şurasını söyleyelim ki Sokrat’ı bu fikre sevk eden belli başlı iki sebep vardır: Birisi bulunduğu çevre ve zaman, diğeri fazilet sevgisi…

      Bilindiği gibi Sokrat’ın yaşadığı zamanda Eski Yunanlıların dini, bir hurafeler silsilesinden zarif putperestliğe dönüşmüş bir “insan şekline ibadet – anthropomorphisme”den ibaret idi.

      Bu kadar bayağı bir şekle düşmüş olan bir dinin СКАЧАТЬ



<p>8</p>

İlkel insanda bu özelliğin yok olduğunu iddia edenler haksızdırlar. İlkel insanda genellikle ilkel bir hâlde bulunan bu özellik, bazı mümtaz fertlerde kemal hâlde bulunabilir. İleri sürdüğümüz bu düşüncede ilmî olmayan hiçbir cihet yoktur. Bu düşüncemizi bugün bile sayısız örneklerle ispat etmek mümkündür. Zira şimdi de bir milletin fertleri içinde aynı zamanda yaşadıkları hâlde vicdani gelişimleri ve olgunlaşmaları bakımından aralarında binlerce senelik mesafeler ve farklar bulunanları görüyoruz.