Cengiz Han'ı Aramak. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cengiz Han'ı Aramak - Анонимный автор страница 19

Название: Cengiz Han'ı Aramak

Автор: Анонимный автор

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-81-2

isbn:

СКАЧАТЬ gönülden hizmet ettin, hep yanımdaydın. Güvendiğim tek insan sensin. Ümidim sadece sensin.

      Ayın tutulacağı gün yaklaşıyordu…

      Yedi gün geçmeden Cengiz Han ölüme boyun eğdi ve hayata gözlerini yumdu. Bu dünyaya geldikten sonra gitmek de varmış. Gidip de geri dönmemek varmış…

      Han’ın ölümünün üzerinden yedi gün yedi gece geçtikten sonra emir, Cengiz Han’ın ölmeden önce bıraktığı ilk keseyi açtı. Keseden rulo şeklinde katlanmış bir kâğıt çıktı. Kâğıdı kimseye göstermeden gizlice okudu. “Emirim sana Yüce Tanrı pir olsun. Ben diriyken seni nasıl en güvendiğim insan olarak görüyorsam şu an ölü iken de sana güvendiğimi söylemek istiyorum. Yedi gün yedi gece geçti. Sen şimdi bu torbayı açıp yazıyı okuyorsun. Neden beni yedi gün boyunca gömmeyin dememin sebebini biliyor musun? Planımda beni öldü sanan şeytanları oyalamak ölümümle onları kandırmak ve yeniden dirilmek vardı. Böyle düşünmüştüm. Ancak kendin de biliyorsun ki şu an çok uzun bir uykudayım.

      Ruhum yedi gün sonra leylek gibi gökyüzüne uçacak ve gidecek. Senin söylediklerimden neyi yapıp neyi yapmadığını ruhum sayesinde öğreneceğim. Bugünden itibaren leylek gökte uçacak seni gözleyecek yaptığın bütün işleri bana iletecek. Neticesi eğer gökyüzünde uçan bir leylek görürsen o leyleğin ben olduğumu iyice belle… Leylek beyaz bir bulut gibi daima senin yanında olacak. O bulutların da benim gözyaşlarım olduğunu farz et…

      Kemiklerimi nehir suyuyla yıkayın, vücuduma bal sürün. Sonra deve yününden yapılmış keçeye yedi kere sarın. Her sardığınızda bedenime ceviz yaprağı ile yeni biçilmiş yaş yonca koyun. Yol uzak, cesedimi gömeceğiniz yer de uzaktır. Yanına kırk muhafız, kırk at, yedi de deve al. O yedi devenin üstüne sarayda bulunan yedi sandığı koy, ama sakın sandıkları açma. İçinde ne olduğunu kimse bilmemeli. Hatta sen bile. İşte ilk şartım bu… Bir de yanında kırk at, kırk muhafızdan başka en güvendiklerinden yedi tane cellat ve yavrusu olan deve olsun. Yedi gün yedi gece yol gideceksin, sonra dağın dibinde tek başına duran yaşlı bir ceviz ağacı göreceksin. Ağacı görür görmez sarı keseyi aç. İçindeki yazıyı oku ve orada yazan görev ne ise onu yap. Sonra yola devam et. Yedinci gün gökte parlayan ilk yıldızı görünce cesedimi de yanınıza alarak gökyüzündeki kutup yıldızına doğru yürü. Karşınıza ne, ya da kim çıkarsa çıksın canlı olan her şeyi öldür. Cesedimin kimin tarafından götürüldüğünü ve onun nereye gömüleceğini hiçbir canlı hatta hayvan bile görmemeli, bilmemeli, hissetmemeli! Emirim seni uzun bir sefer bekliyor. Haydi yürü! Seni yüce Tanrı’ya emanet ediyorum!

      İşte birinci keseden çıkan kâğıttaki görevler bunlardı.

      Günün gecesinde ilk yıldız gökte görününce emir saraydan çıktı. Yanında kırk muhafız, yedi cellat, kırk at, yedi deve ve bir tane yavrusu olan deve vardı. Önüne çıkan bütün canlıları hemen öldürüyorlar, yürümeye devam ediyorlardı. Emir yaradılış olarak çok az konuşan, gizemli, içedönük birisiydi. Grubun önünde gidiyor muhafızlara eli ile işaret edip kaba bir tavırla emir veriyor, bazen de bir şeyleri dilinin ucuyla anlatıyordu. Cengiz Han’ın cesedi deveye sıkıca bağlanmış, kafilenin ilk sırasında gidiyordu. Hiç yorulmadan uzun bir yol yürüdüler. Üç gün, üç gece sonra kimsenin olmadığı bir yerden geçip ıssız bir dağa yaklaşmaya başladılar. Tam o sırada karşı taraftan belli belirsiz siluetler görünmeye başladı. Bu gölgeler emirin olduğu tarafa doğru yaklaşıyordu. “Gelenlerin etrafını kuşatın!” diye Emir, cellatlarına komut verdi. Bu arada askerler kılıçlarını kınlarından çıkarmıştı. Gelenler yaklaştığında emir sağ elini kaldırıp “Durun! Acele etmeyin,” dedi. Sonra askerler dağın eteğine, gelenlere doğru hızla hareket ettiler. Emir gelen kafiledekileri görünce tüyleri diken diken oldu. Gelenlerin ellerinde ne silah ne de binek atları vardı. Kıyafetleri yırtıktı. Boynundaki boyunduruklarını zar zor taşıyorlardı. Yüzleri güneşten kararmış, yara ile kaplanmıştı. Kirli saçları yüzlerini kapatmıştı. Eğile eğile son güçleriyle zar zor adım atıyorlardı. Artık onların yürüyecek hali bile yoktu. “Durun,” dedi Emir elini yukarı kaldırarak.

      – Bunlar da kim? Nereden geliyorlar, dedi suratı asık bir şekilde.

      Bu sırada sakin sakin at üstünde uyuyarak gelen ihtiyar, Emir’in sesini duyunca uyandı. Uykudan yeni uyanan ihtiyar, karşısında bulunan orduyu görünce titremeye başladı. İhtiyar, Moğolca ve Çince karışık ağzında bir şeyler geveledi. Emir onun konuştuklarının hiçbirini anlamadı… “Nereden geliyorsunuz? Kimsiniz? Nesiniz?” dedi emir. Ve kendi kendine fısıltıyla yine sordu: “Acaba, bunlar kim?”

      – Bunlar mı? İhtiyar anlamamış gibi Emir’in gözlerine korkuyla baktı.

      – İşte onu sana soruyorum! Emir’in öfkesi daha da hiddetlendi.

      – Tanrı’nın lânetine uğramış casusları ıssız bir çöle götürüyorum.

      – Neden? Bunların suçu ne? Emir kaşlarını çatmış, hiçbir şey anlamamıştı. Eğer suçları varsa hangi günahları için bunları götürüyorsun?

      – Günahkâr bunlar. Hepsinin içine cin girmiş. İhtiyar, yaşlı birisini parmağıyla işaret ederek gösterdi. – İşte bu! Bu saçı kısa kadın çok kurnaz. Erkeklerden hiç farkı yok. O yüzden erkek görüntüsünde. Her zaman Tanrı’ya karşı çıkıyor. Şu ise kendi kızına eziyet çektiriyor, ötekisi yamyam, bu küçücük gözlü olan şair, aşktan başka konu ile ilgili şiir yazmayı bilmez. O büyük burunlu ise Han’ın karısının sevgilisi… Yanındaki de dünya düz değil yuvarlak diye tutturmuş… Tanrı hepinizin belasını versin!

      Hele hele şu sert yüzlü, çekik gözlü herif, insan etiyle karnını doyuruyor. Yola çıktığımızdan beri kan istiyorum diye kudurmuş gibi ağzında salyalarla etrafa saldırıyor…

      – Bunlara ıssız çölün ortasında ne yapacaksın? Acıma duygusu olmayana ölüm de yok, dedi Emir.

      – Yook… Aslanım, bunun gibiler yeryüzüne sığmaz. Burada onlara yer yok. Bunlara ölüm bile az. Bunlar dünyaya öylesine gelmişler. Hepsinin üzerine yırtıcı kuşları saldırtıp cesetlerini kara çölün sıçanlarına ve böceklerine vereceğim. Aslanım iyice dinle. Bir cesedi kurt yerse cesedin kendisi kalır, tilki kemirirse aşık kemiği kalır, çakal yerse baldırı kalır… Eğer böcekler yerse hiçbir şeyi kalmaz… İhtiyar kaba saba konuşuyordu. Böyle kötü bir ölümden başka onlara çare yok…

      Emir işin aslını anladıktan sonra meczupları öldürmek için oklarını boşuna harcamak istemedi. Zaten biliyordu bu günahkârları ölümün beklediğini. Bir de ileride yolun uzun olduğunu ve ulaşacağı yere varmak için uzun süre yollarda olacağını da iyi biliyordu. Derken aniden gökyüzünde bulutlar peyda oldu, yağmur yağmaya başladı. O anda gelen gruptaki meczuplardan birisi kudurmuş gibi bağırmaya başladı:

      – Ben biliyorum! Hissediyorum! Siz boşuna gezmiyorsunuz buralarda. Aranızda bir ceset var. Onu gömeceksiniz. Ceset çürüyüp kokacağına hiç uğraşmayın bana verin. Ben yiyeceğim onu! Çok acıktım. Bunu söyleyen boynunda boyunduruğu ve ayaklarında demir zinciri olan yamyamdı. Evet, biraz önce ihtiyar onun hakkında konuşuyordu. Dış görüntüsü çirkin, elmacık kemiği küçücük olan dişlek yamyam gürültüyle yine bağırdı:

      – Cesedi bana verin! СКАЧАТЬ