Название: Cehennemden Selam
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-84-6
isbn:
Kör Mahmut, bu büyük bilgi önünde kendinin ne kadar boş bir kafaya sahip olduğunu anlayarak yavaş yavaş küçülmüştü. Baba Doğan, ayaklı kütüphane gibi bir şeydi. Bazen kendisi de kafasında kaynaşan hatıraların bolluğunu düşünür, tuhaf bir övünmeye düşerdi.
“Çok gördük çok! Yetmiş iki milletin suyu, huyu Anadolu türlüsü gibi başımın içinde kaynaşıyor. Ben bütün bu milletleri elimde silah ve ellerinde silah, kendi memleketlerinde gördüm, tarttım ve tanıdım. Fakat sonu? İşte bak, diyar diyar rızık arıyorum.”
Yollarda hayli oyalanmışlardı. Mevsim kışa doğru meyletmişti. Artık acele etmek lazımdı. Tuna kıyısını takip ederek Yerköy’e gelmişlerdi. Ayaklarının tozuyla kadıyı görüp dertlerini anlatmışlardı. Fakat Kör Mahmut’un tahmini gibi, cevabı olumsuz almışlardı. Artık müteveffa voyvodanın verdiği defteri rafa asmaktan başka bir çare kalmamıştı.
Baba Doğan, faizciliğin şer doğurduğunu iyiden iyiye anlamıştı. Ne kadar ince hileler bulunup da kitaba uydurulsa bu işin sonu yine berbat çıkıyordu. Elleri boş İstanbul’a döndükten sonra, el eliyle para işletmeye tövbe etmek, biraz geç kalmış bir uyanış olacaktı. Fakat zararın neresinden dönülürse yine kârdı.
Baba Doğan bu azimle, Kör Mahmut da İstanbul’a geçmek şevkiyle bir gün seher vakti, sal üstünde, Tuna’yı geçmeye başlamışlardı. Tuna, yürüyen bir deniz gibi engin ve coşkun akıyordu. Büyücek bir salon genişliğindeki sal, at ve insanla karmakarışık dolmuştu. Yanlış bir manevra, gizli bir kaya, ani bir dalgalanma bu sal yolcularını Karadeniz’e ve hatta kara dünyaya kadar götürebilirdi. Baba Doğan, dalgın dalgın Tuna’ya bakan gözlerini birden kaldırarak “Mahmut!” demişti. “Bizim buradan bir geçişimiz var. Şimdi hatırıma geldi de tüylerim diken diken oldu. Bilmem Voyvoda Mihal’i işittin mi? Tam yirmi yedi yıl oluyor. O Allah’ın belası da isyan bayrağını kaldırmıştı. Eflak beyi olduğu için Bükreş’te oturuyordu. Benim gibi faiz peşinde gezen, nasılsa Bükreş’te yerleşip kalan ne kadar Türk varsa defterini yaptırmış, bir gün bütün bu dertlileri toplatarak ateşe attırmıştı. Arkasından bu Yerköy’ü basarak dört bin Türk’ü de burada yakmıştı. Öldükten sonra bir de yanmak! Düşün, ne fena şey… Mihal’in muharebede bahtı yaverdi. Üstüne gönderilen serdarı da bozguna uğratmıştı. Korkak vezir, Niğbolu’da bozulup kaçarken kavuğunu, şalvarını, kürkünü filan da çadırda bırakmıştı. Mihal bu eşyayı ele geçirince büyük bir şenlik yaptı. Bir karıya serdarın elbisesini, kavuğunu giydirdi. Sokak sokak gezdirerek, “İşte serdar! Görünüz!” diye eğlendi, halkı da eğlendirdi. Nihayet onu ezmek için bizi gönderdiler. Bükreş’i, Tirgovişte’yi beş on gün içinde yakıp yıkmıştık. Eflak içinde dikili ağaç bırakmamıştık. Mihal’i de Erdel ormanlarına kadar kovalamıştık. Bilmem nasıl oldu? Durduğumuz yerden geri dönmeye başladık.
İşte bu Yerköy’e kadar muharebesiz, yüz geri ettik. Burada köprü kurarak geçiyorduk. Ordunun yarısı geçmiş, yarısı kalmıştı. Ağırlıkların hemen hepsi Yerköy’deydi. Ansızın Mihal’in ortaya çıktığını gördük. Herif, topla ovada kalan askeri dağıtıyor, köprüyü ateş altına alıyordu. Nihayet köprü yıkıldı, yüzlerce adam nehre döküldü. Hele Yerköy’deki askerden bir can bile kurtulamadı. Ben de suya dökülüp de yüze yüze beriye geçebilenler içindeydim.
Muharebelerde böyle şeyler olagelir, deme; o gün çok sayılı bir gündür. Çünkü o günden sonra, bizde akıncı kalmadı. Onların kökünü işte o melun kesti. Akıncılar bizim ordunun kolu, kanadı idi. Onlar kesilince bizde de can kalmadı.”
Kör Mahmut, bu ayrıntılı bilgiden yalnız bir şey anlamıştı: Akıncıların Yerköy’de köklerinin kesilmesi! Bu gezide kahramanlara ait dinlediği menkıbeleri şimdi yeni baştan hatırlamıştı. Ne sipahi ne yeniçeri ne serdar ne hünkâr… Hiçbir ferdin ayak basamadığı yerlere bu akıncıların girdiğini söylüyorlardı. Onlar Nemse ülkesini aşarak Alman diyarına kadar girmişlerdi, hatta bir aralık rimpapanın oturduğu yere bile yaklaşmışlardı.
Kör Mahmut, Tuna kıyılarından Ratisbon, Nuremberg önlerine kadar Bavyera’yı da talan eden akıncıların coğrafi cevelan noktalarını bilmiyordu. Yalnız onların izlerine, hünkâr tuğlarının bile erişemediğini işittiğinden akıncı namına büyük bir hürmet besliyordu. Son akıncının can verdiği noktadan geçmek, onu büyük bir gama düşürmüştü.
Kör Mahmut, son bir selam, son bir dua, belki kelimesiz bir mersiye gibi son akıncıların şu sessiz mezarına birkaç damla yaş dökmek istiyordu. Fakat bu yaşlar, kalbinden damla damla kopup birer kıvılcım gibi yine ciğerine damlamıştı.
Artık sahile geçmişlerdi. Niğbolu’ya gitmek istiyorlardı. Oradaki subaşıyla Baba Doğan, orta yoldaşıydı. Buralardan geçtikçe, yol sapa olsun, doğru düşsün, mutlaka bu arkadaşını ziyaret ederdi. İki arkadaşın birleşmesi; sönmüş, soğumuş gençliklerinin canlanması gibi bir şey olurdu. Her iki arkadaş birbirinin varlıklarında kendi gençliklerini görürlerdi. Harpler, kavgalar, aşklar, sefalı ve cefalı bir sürü hatıralar ki onların yâdı, yakalarına el atmış gibi görünen ölüm tehlikesini bir an için uzaklaştırırdı.
Niğbolu’daki subaşı, Baba Doğan’ı gördüğüne her zamanki gibi memnun oldu. Kör Mahmut’un hüviyetini ve ne maksatla dolaştığını öğrenince büsbütün neşelendi. Hatta onların yorgunluğunu falan düşünmeden “Diz çök ekmeğe delikanlı.” dedi. “Sana erlik düsturunu ben vereyim: Destursuz meydana atılan çarpılır! Bundan sonra pala sallarken pirim diye koca Boğaç’ı anarsın.62 İşte benim düsturum: Korkma, korkut! Kaçma, kaçırt! Ölme, öldür! Dünya öküzün boynunda durur derler a. İnanma, dünyanın temeli işte, benim verdiğim düsturdur! Şimdi bir de imtihan gerek. Gücüne gitmesin sakın; senden şüphem yok, fakat âdet yerini bulsun diye şöyle haddeden geçireceğiz. Şurada bir manastır var. İçinde kargalar oturuyor, ama şahin yuvası gibi bir şey. Orada bir acuze var ki beni kızdırıp duruyor: Otuz sene evvelki bozgunda serdarın selimiyesiyle seraser63 kaplı kürkünü giyip Niğbolu’da dolaşan kadın! Yahya’nın bacağı, Zekeriya’nın ayağı gibi o kavukla kürkü manastırda saklıyorlar.
Kadın da her yıl dönümü onları çıkarıp istek edenlere ziyaret ettiriyor. Sen, manastıra çıkacak, o eşyayı alıp geleceksin. Kimsenin burnu kanamayacak! Bu işte kafan, kellen, kolun birlikte işleyecek. Haydi bismillah, yallah!..”
Bu iş, Kör Mahmut’a çocuk oyunu gibi gelmişti. Tekkede henüz çocukken, cesaret tecrübesi için, böyle oyunlara girişmişti. Cadılı, hortlaklı filan olduğu söylenen mezarlıklara gündüz konulan herhangi bir maddeyi, gece yarısı gider, bulur, alır, getirirdi. Şu manastıra girmek de işte onun gibi bir şeydi. Lakin iki yeniçeri eskisinin yiğitlikle alakadar gördükleri bir işi mühimsemezlik edemezdi.
Koca Boğaç’tan lazım gelen izahatı aldı. Ertesi gün atına binerek manastır önünde uzun bir cevelan yaptı. Dik bir bayır üstüne yapıştırılmış taş bir kutuya benzeyen bu bina, kolaylıkla girilebilecek yerlerden değildi. Fakat bu zorluk, kendisine uyuşukluk yerine şevk veriyordu. Uzun uzun düşündükten sonra planını kurdu. Hemen o gece beline, ayyarların64 kullandığı türden bir ip merdiven bağlayarak СКАЧАТЬ
62
Boğaç, boğa boğan manasındadır. Türk’ün kadim tarihinde bu isim, çok meşhur bir şahsiyet temsil eder. (y.n.)
63
Seraser: Altın veya gümüş telle dokunmuş bir çeşit kıymetli kumaş. (e.n.)
64
Ayyar, casus demektir. Şu kadar ki ayyarlar, ordugâhlara girer, propaganda yapar, fırsat bulurlarsa panik vukuya getirebilecek derecede mühim suikastlar tertip ederlerdi. Eski masalların mihverini hemen hemen bu ayyarlar teşkil etmektedir ki onların vaktiyle ne mühim bir unsur olarak telakki olunduğunu gösterir. (y.n.)