Название: Cehennemden Selam
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-84-6
isbn:
Kör Mahmut ise subaşıyı âdeta azarlar gibi “Paşa bizi görüp ne yapacak?” diyordu. “Düşmandan kale mi aldık ki elimizi öpsün? Beline kılıç takıp dağa çıkan bir avradı tutmak sanki hüner midir? Bu işin sözünün edilmesi bile çirkin!”
Artık, yol boyuna, haramibaşı Rabia’nın o günkü çalımını yâd ede ede gülüşüyorlardı. Kör Mahmut kapamak istedikçe, Baba Doğan onu sinirlendirmek için bahsi tazelerdi. Arada sırada “Bre Mahmut!..” derdi. “Rabia’yı kucağına alıp da yere atışın yok mu? Düldülsüvar Efendimiz’le bir garip pehlivanın hikâyesine benzedi. Bir gün Esedullah Efendimiz, hasmını kavgaya çağırmış. ‘İşte meydan, ya sen ya ben düşeriz. Dava hallolur.’ demiş. Herif meydana çıkar çıkmaz lam cim demeden ilk hamlede yere yıkılmış. Sahib-i Düldül Efendimiz, bu bir yumrukluk hasmının göğsüne oturup kafasını kesecek sırada herif, entarisinin eteklerini kaldırıvermiş. Malum a, o devirlerde don filan da yok. Haydar-ı Kerrar bu biçimsizliği görünce, gözlerini kapayıp mübarek Zülfikâr’ı kınına koymaya mecbur olmuş. ‘Tü, Allah belanı versin!’ diye geri dönmüş. Voyvoda İbo, ‘Avradım.’ der demez sen de apıştın kaldın, değil mi?”
Ancak İstanbul’a vardıkları gün, bu alaylara nihayet vermişlerdi. Edirnekapısı’ndan, uzun yolculuklarının son menziline girerken sarılıp öpüşmüşlerdi. Baba Doğan, yeniçeri kışlasındaki oturaklar odabaşısından sorulup bulunacaktı. Kör Mahmut da meşhur Kurşunlu Han’da kalacaktı.
Aynı gün, Hotin’den dönen ordunun ilk müfrezeleri de İstanbul’a girmişti.
İstanbul bir kar yığını hâlini almıştı. Günlerden beri fasılasız yağan kar, bu koca şehri büyük ve acayip manzaralı bir çığ hâline sokmuştu. Bir sene evvel, Üsküdar’dan Sarayburnu’na, Galata’dan İstanbul’a yaya gelmişlerdi. Bir okka ekmek beş akçeye kadar fırlayarak fukaraların dengesini tarumar etmişti. Hele bir okka etin on beş akçeye çıkması, orta hâllileri bile düşündürmüştü. Hayat pahalılığı bu sene de yüz gösterirse İstanbulluların işi berbattı. Herkes bu endişe ile meşguldü. Başta müneccimbaşı olduğu hâlde bütün zayiçeciler, remmaller, duagular, cinciler, tabiatın afetlerini devrin büyüklerinin yolsuzluklarına atfediyorlardı. Türlü türlü rivayetler, hikâyeler ağızdan ağıza yayılıp duruyordu.
Kör Mahmut sipahi yiğitleri içinde on beş gün kadar vakit geçirir geçirmez İstanbul’da yaman hadiseler gerçekleşeceğini anlamıştı.
Fakat onun yaradılışında sinsi sinsi işler tertibine garip bir aleyhtarlık vardı. Şu için için kaynayan kazandan uzak kalmak istiyordu. “İstanbul’dan gelecek nimetin Allah belasını versin!” diyordu.
Sipahiler arasında Tanrıbilmez’i ve arkadaşlarını aramıştı. Onları, on seneden beri görmemişti. İhtiyar bir sipahi, bütün o yiğitlerin kaçınılmaz ecele kurban gittiklerini söylemişti. Tanrıbilmez boğdurulmuş, Genç Mehmet kesilmiş, Dağlar Delisi denize atılmıştı. Yalnız, Ağaçtan Piri bir harpte yaralanıp ölmüş, Baldırıkısa ortadan kaybolmuştu. Fakat onun da akıbeti öbürlerine kıyasla pekâlâ tahmin olunabilirdi.
Kör Mahmut, çocukluk hatıraları arasında, sadece isimleri bilinen bu adamların akıbetlerinden haberdar olduktan sonra, İstanbul’u terk kararını büsbütün katileştirmişti. Yalnız, Koca Boğaç’ın hatırına hürmet ederek, yanındaki emanetleri dördüncü vezire vermeden yola çıkmayı uygun görmüyordu.
Bugün sabah erkenden, başına bir şemle sararak ve üstüne de bir gocuk giyerek kubbealtına yönelmişti. Bu gocuğun altına bir saldırma sokmuştu. Bu gidiş, gayet safçaydı. O sırada şeyhülvüzera sayılan ihtiyar vezirin, otuz sene evvel düşman eline bıraktığı sarığıyla kürkünü görür görmez mahzuziyetler göstereceğini tahmin ediyordu.
Alelade bir arzuhâl sahibi gibi kubbealtına girmişti. Vaktin sadrazamı, kallavisiyle sadr-ı mecliste oturmuştu. Sağında sıra ile birinci, ikinci vs. vezirler zümresi, elleri kürklerinin uzun kolları arasında saklı, diz üstü oturuyorlardı. Solunda şeyhülislam, iki kazasker ve reisülküttap yer almışlardı. Tezkireciler ayakta, defterdar en sonda bulunuyordu. Seferden henüz dönen hünkâr, her zamanki gibi kafes arkasındaydı. Dışarıda her biri birer aslan parçası kesilen çavuşlar, çavuşbaşılar, kapıcılar, birer kirpi gibi çalımlarını içlerine çekerek, saf saf kapı yanına dizilmişlerdi.
Kör Mahmut elinde küçük bir bohça, kapı altına girerek kapıcılardan birine “Dördüncü vezir kimdir?” diye sormuştu. Onun, biraz şaşkınca işareti üzerine, doğru vezirin yanına gitmiş ve bohçayı önüne koymuştu.
Başta sadrazam olduğu hâlde bütün kubbealtındaki insanlar, şu kör delikanlının dördüncü vezire ne getirdiğini merak etmişlerdi. Orada usulen, bütün canlılar yok hükmünde olup söyleyen, dinleyen yalnız veziriazam idi. Onun izin ve işareti olmaksızın kimse ağzını açamazdı. Delikanlının dördüncü veziri muhatap tutmasına reisülvüzera fena hâlde kızmıştı. Fakat şimdilik merakı hiddetine galip geliyordu.
Kör Mahmut, bohçayı açarak mahut eşyayı çıkarmıştı ve “Devletli!” demişti. “Bunları elbet tanıdın. Bilmem kaç yıl evvel Niğbolu’da Voyvoda Mihal’e kaptırdığın kavukla kürk! Biraz geç kalmış ama nasip bizimmiş. Koca Boğaç’ın talimatıyla bunları bir acuze elinden aldık. İşte sana getirdik. İnşallah makbulün olur!..”
Delikanlının saflıkla söylediği bu sözler vezirler meclisini altüst etmişti. İkinci vezir, sadrazama bakarak, Gürcü şivesiyle “Bu nasıl şaka? Vüzera ırzı kalmadı mı?” diyebilmişti. Dördüncü vezir seksenlik yaşına rağmen, yerinden fırlayıp Kör Mahmut’u sillelemek istemişti. Ancak sadrazam vakarını bozmaksızın “Bu iş şu avradın kârı değildir. Onu hangi utanmazın yetiştirdiği açığa çıkarılmalıdır.” dedikten sonra emir verdi:
“Tutun!”
Kör Mahmut, minimini bir aferin beklerken, sürü sürü kapıcıların, çavuşların yakasına yapıştığını, sille yumruk kendisini pataklamaya başladıklarını görmüştü. Baba Doğan’dan işittiği sözler, o sille yağmuru altında hatırına gelivermişti. Şiddetli bir silkinişle yakasına yapışan ellerden kurtularak “Sahiymiş be!..” diye bağırdı. “Vezirlik, rezillik olmuş. Bir herifin ırzını yerine getirdik, diyorduk, o bizim yiğitlik ırzımızı yıkmaya kalkıyor. Kolay mı bu? Çekilin!”
Ve koltuğu altındaki saldırmayı çekerek kapıcılara saldırdı.67
“Tutun bre, koman!” naraları kubbealtında uğuldarken Kör Mahmut kendisini dışarı attı. Aynı zamanda hünkâr kafesi hızlı hızlı vurdu. Bu işaret, Kör Mahmut’a ilişilmemesini amir olup kubbealtını bir anda eski, sakin ve vakur hâline çevirmeye kâfi geldi. Vüzera hazretleri, hiçbir şey olmamış gibi işlerine devama başlamışlardı. СКАЧАТЬ
67
“Hemen koltuğu altında ter-i bagal eylediği koltuk gövdesini üryan edüb baş çavuşa hamle ettikde cümlesi uğrundan savulub dağıldılar.”
–Tarihten-