Ayşe sessiz kaldı. Öksürmek istermiş gibi yutkundu, vücudu titredi ve biraz sonra sesli sesli ağlamaya başladı. Bizler korkuyla annemize baktık.
“Anne, tamam anneciğim ağlama!” diyerek Kurmaş teselli etti. Ay ışığı o gece hiç görünmedi. Ev üstündeki kamışlar hışırdadı. Rüzgâr tekrar tekrar esti. Fırtınası dinmeyen ne biçim bir yer burası. Yoksa Ayşe’yi kamışın titremesiyle teselli etmek isteyen ervah-ı salih miydi?
Ayşe yorganımızı üzerimize örtüp başımızı okşayarak:
“Yeter artık. Gözlerinizi kapatın.” dedi.
Gözlerimizi kapattık. Üzerimizi Ayşe’nin hüzünleri örttü. Dördümüz birbirimize sarılıp uyuduk. Sahi, Ay bu gece niye gelmemişti?
NEVRUZGÖK KUŞU
Ertesi gün karlar birdenbire eridi. Gece evin üstünde olan kornişin kamışlarını hışırdatan Altın Kürek rüzgârı imiş. Rüzgârın ismi “Altın Kürek”. İnsanları titreten, iliklerine kadar işleyen, kemikleri sızlatan, canavar gibi kış kıyametini bir gecede karmakarışık eden “Altın Kürek”. Sadece karı temizlemez, insanların kaygı ve kederini de telaşını da hafifleten altın kürektir.
Bu sene rüzgâr meleklerin kanat çırpmasıyla adeta esiyordu. Kara niyetli karabasanların zehirli tırnaklarından, çaresiz kalan insanı kurtaran hayır gücüdür. Ayşe diyor ki, şeytanlar ile melekler her zaman savaşıp dururlarmış. Yoksa ben nereden bileyim? Şeytanı da meleği de görmedim ki. Göze çarpmadan savaşan ne biçim güçler onlar? O gün Nevruzgök kuşu gelmişti. Kuyruksallayan kuşlara bizde böyle isim verirler. Ayşe şöyle seslendi:
“Hoş geldin Cennet Kuşu! Yuvan bozulmasın, civcivlerine kanat bitsin!”
Serçe büyüklüğünde olan kuşa bu şekilde tapınırcasına hürmet ediyorlardı, çok enteresan. İnsanlardan hiç ayrılmayan yaramaz serçe kuşu. İki gözü boncuk gibi simsiyah, gökyüzü gibi renge bürünmüş, çok güzel bir melek. Gerçekten melek olabilir. Güçlü olmak için kocaman ve hırçın olmak şart değildir. Mesela, W.Chirchill’in yanında Mahatma Gandi ufaktı. W.Chirchill gibi asker elbisesi de yoktu. Sigara da içmedi. İçki de. Tabanca da kullanmadı. Tamamen çırılçıplaktı. Beline bağlanan kumaştan başka bir şeyi yoktu. Kimseye çirkin kelimelerle hitap etmiyordu. Kaşlarını çatarak kızmıyordu. Hiçbir mermiye ihtiyaç duymadan W.Chirchill gibilere galebe çaldı.
Nevruzgök Kuşu, iyiliğin sembolüymüş.
O gece Ayşe hikâyesini anlatmaya devam etti. Ona vesile olan yine Kurmaş idi. Azıcık yemeğimizi yer, gaz lambasını söndürür uyumaya koyuluruz. Erken yatağa uzandığımızdan mıdır nedir, uyku gelmezdi. Erken yatmayalım desek de gaz yağı yoktu ki. Gaz yağından tasarruf etmek lâzımdı. Gaz yağı olmadan lâmba yanmaz. Gerçi bazıları hayvan yağlarına fitil batırarak yakarlardı. Ona hayvan yağını nereden bulacaksın? Hayvan yağı bulunsa, sade su çorbayı neden içelim ki? Yağ gibi dona kalalım en iyisi. Milletin kışın erkenden yatması bundandır.
“Anne, meğer senin bizden başka daha çocukların olmuş!” dedi Kurmaş.
“Ah seni yaramaz kız, neler neler hatırlatıyorsun sen.” diyerek Ayşe doyulmaz sohbetine evvela isteksiz başladı.
“Evet, vardı. Hem de üçünü verdi Allah. Ta kendisi verdi, kendisi aldı. İlkimiz oğlandı. Murtaza merhametliydi. Allah ona rahmet eylesin. İlkimize Kuttıbay ismini verdi. Kut getirsin demişti. Kör ninem, mübarek, kucağına basarak yetiştirmişti. Bir yaşı doldurur doldurmaz çiçek hastalığından vefat etti. İkincisine Murtaza, Yeltay ismini vermişti. Halkı idare eden böyle birisi varmış eskiden. Onun ismini verdi işte. O da çiçek hastalığından öldü. Üçüncümüz kız bebeği idi. İsmi Setgül idi. Allah muvaffak kılsın diye bu ismi verdik. Tıpkı Murtaza gibi bembeyaz, kabuğu soyulmuş yumurta gibi güzeldi. Biçareye nazar mı değdi bilmem, o da vefat etti. Birden sonra öbürü derken, üçünü de kaybettik. Murtaza’nın saçları bembeyaz olmuştu. Sonra kolhoz dönemi başladı. Malımızı elden aldılar. Millet açlığa dûçar oldu. İnsanlar açlıktan ölüyorlardı. İşte böyle dehşet dönemde Barshan doğdu. Eylül’ün son günleri idi, Murtaza 28 Eylül derdi. Babanız dindar idi, çok kitap okurdu. Sonra…
Barshan da çiçek hastalığına kapılmıştı. Çok kötü hastalandı, ölür diye ümidimizi kesmiştik. Çökmüştü, bitkin hale düşmüştü. Bir tarafından açlık, diğer taraftan çiçek, insan ölümü bir oğlağın ölümü kadar bir şey idi. Allah ömrünü uzak etsin, o dehşetten sapasağlam çıktı Barshan. Yaramaz olması ondandır. Daha doğmadan elem çeken adam nasıl sessiz sakin olsun ki? Sizler ise Kurmaş, Batırhan ikiniz çiçeğe maruz kalmadınız, iyi büyüdünüz.
Allahıma sonsuz şükürler olsun. Kim bilir, Kuttıbay, Yeltay, Setgül sağ olsaydılar, bugünkü halimiz iyi olur muydu? Evlat da dayanaktır esasında. Işığı görür görmez gözleri kapandı evlatlarımın. Allahım, mekânları cennet olsun! Murtaza ile buluştur n’olur! Orada Murtaza’nın iki oğlu, bir kızı var, burada ise benim iki oğlum ve bir kızım var. Allah ne kadar adildir. Kim bilir, belki onlar bizden daha da mutlu hayat sürüyorlar. Böyle gaddar dünya, yalancı zaman öbür tarafta belki hiç yoktur. Hadi yatın artık.” diyerek Ayşe birden sessiz kaldı.
Pencereden Ay gözüküyordu. O anda Ay’dan başka “Nasılsın?” diyen kimsemiz yoktu.
KÜÇÜK MELEK ELZA
“İnsanın kafası, Allah’ın topu.” demişler, hangi yöne teperse, oraya doğru yuvarlanır gidermiş. 1941 yılının yaz aylarından başlayarak dünya karma karışık olmuştu. İnsanlar Batı’ya göç ediyorlardı. Esasında onlar asker idi. Batı’dan Doğu’ya doğru ise kurşun gibi havada akıp giden trenler vardı. Bizim Mınbulak köyümüzün inişinde, Teris nehrinin boyunda demir yolu avuca sığarcasına ayan beyan görünür. Trenin sık sık gelip gittiğini fark ederdik.
Gelen trenlerden birisi Borandı İstasyonu’nda duraklayıp sürgünleri indirdi. Bu olayı büyüklerden öğrendik.
“Kimlermiş, kimlermiş?” diyerek köydeki Kazaklar rahat durur mu?
“Almanlar imiş.” dedi birisi.
“Nasıl Almanlar ya? Savaş bize ulaştı mı ki?” diye irkildi köy halkı.
Bunun cevabını çok gecikmeden kulaklarımızla СКАЧАТЬ