“Maşan bu evde kalıp okuluna gitsin ne olur. Zorlanmayasın. Halinizi iyi anlıyorum. İmkânım olduğu kadar un, patates getiririm.” dedi.
Ayşe ise:
“Maşan için ayrı kazan kaynatmayız. Yoğurtsuz çorbayı çocuklarla paylaşarak içer, ne demek şimdi.” dedi görümcesine.
Maşan’ın gelmesi iyi oldu. İkimiz taylar gibi tepişiriz. Kavga da ederiz, sonra barışırız. Abi yerinde abi idi. Maşan, Ayşe sohbetine başlayıp sözü birdenbire kesince:
“Teyze, ne oldu? Devam et lütfen!” dedi heveslenerek.
Ayşe türkü söyler gibi öksürerek boğazını arıttı ve devam etti.
“Bizim Mınbulak’ta kalın ormanlık vardı. Meşe ağacı burada yetişir, akağaç da var, ardıç, çınar gibi bir sürü ağaç. Şu anda bu ağaçlar azaldı, sadece karaağaç ile kavak kaldı. Onu bile keser odun olarak yakarız.
O ormanlığın içinde ne yok ki, her şey var: şakır şakır öten kuş, bülbül, sarı serçe, cennet kuşu, benek serçe ve niceleri. Gerçekten de kuş pazarıydı. Her bir dalın başında kaynaşan yuvalar. Meşe ağacı ile çınar ağacında aladoğan yaşıyor. Ne güzel bir cennet orası! Aladoğan ile bülbül bir ormanda komşu olarak yaşıyorlar.
Sen ne diyorsun, ayı da var. Ormanın içi dolu çilek. Ayı insan gibi iki ayak üzerine kalkar, dağ çileğini elleriyle toplar, yer. En ilginç olay: bir vakitler ta oralarda ürkmeden, korkmadan karacalar otlarlar. Hayvanların içinde seçilmiş en güzeli. Boyunlarında takılı gümüş ziller çınlıyor. Eğer bu karacaları birisi öldürürse, o adam da cezasını alırmış.
Sıcak Temmuz ayında Turkistan’dan mı Tülkibas tarafından mı bilemem yazlık yaylaya kağan ordusu göçerek gelirmiş. Bizim Mınbulak’a Ak Ordusu’nu yerleştirerek, şarkı türkü söyleyerek şenlik içinde yaşarlarmış.
Kağan özellikle karacaları çok severmiş. Boyunlarına gümüş zil taktırırmış. Onlara elleriyle yem verirmiş. Okşar ve sıvazlarmış. Cesurdur. Belki de büyüleyicidir yoksa yaban karaca yanına adam yaklaştırır mı hiç?
Böylece avcılardan birisi bir karacayı vurmuş. Fakat bu beceriksiz avcı yakalanmış. Kağanın koruyucuları az değildir elbet. Kağan emir çıkartmış; kim karacayı öldürürse, darağacında idam edilir. Avcı bu emri duymamış mı duyduysa dikkat etmemiş mi, sonunda böyle bir belaya maruz kalmış.
Kağanın emri var. Kağan sözünü ezmez. Öfkelenmiş de. Avcı darağacında idam edilecek. Halk toplanır. Kağanın cellatları avcının boynuna ilmiği geçirirler. Fail avcının ayaklarının altında olan kütüğü almak üzereyken:
“Kağanım! Hakkaniyet! Adalet!” diye çığlık koparan bir ses duyulur. Halkın içinden genç bir kız koşarak çıkar ortaya. Tahtta oturan kağanın ayaklarına yıkılır ve sarılır.
Kağan:
“Bu da kim?” diye sinirlenerek kızın omuzlarından tutup kaldırınca, Allah Allah, bu gerçek bir huri! Ağzı ay gibi, gözü gün gibi aydın. Böylesine nur saçan kadını önceden görmeyen Kağan dili bağlanmış gibi akıl yitirerek buz kesilir. Âlemin nerdeyse yarısına sözü geçen, dünyayı titreten güçlü Kağan şu lahzada gücünü yitirmiş, Kağan olduğunu unutmuş, orada çıldırır”
Burada Ayşe biraz duraklamış, başını kaldırıp uyumamışlar mı diye bizim tarafa bakmıştı. Pencereden Ay, eğrilerek odamızı aydınlatıyordu. Maşan başını yastıktan kaldırarak:
“Teyze ne oldu?” dedi.
“Yok bir şey, sizler uyudunuz mu diye…”
“Hayır, uyumayacağız, anlatın lütfen.”
“Benden hikâyeci çıkmaz, önceden duyduğum şeyleri…”
Önceden duyduğu şeymiş. Bunu daha öncesinden başka birisi duymuş, sıra kulağımıza geldi. Nesilden nesile böylece emanet ederek bırakmazsa, nice değerlerimiz kaybolmaz mı? Şimdi ister istemez düşünüyorum, Ayşe’nin anlattıkları ta eski Türk devrine, Büyük Türk kağanlığa kadar uzanır. Bin yılın ötesine dayanır.
“Sonra kızcağız “Adalet, kağanım!” demiş,” dedi Ayşe.
“Adaletini söyle o zaman,” demiş Kağan da.
“Bu benim babamdır.” diyerek darağacın önünde duran avcıyı işaret etmiş.
“Beni cariyeniz olarak kabul edin. Babamı öldürmeyin. Karacayı bilerek vurmadı. Senin suçun yok, çocuklarımın azığı yok, diyerek ok fırlattı o.”
Toplanan millet, Allah Allah demiş şaşkın şaşkın. Kağan kendi kendini toplamış, kavme bakarak:
“Ey halkım, şu meleğin dediğini duydunuz mu? Ne yapayım?” diye sormuş.
Gürül gürül sesler yükselmiş:
“Bırak, serbest bırak babasını!”
“Sevap işlersin!”
“Üzerine kan davasını alma!” demişler.
“Halk istedikten sonra, Kağan yalnız devesini bile kurban eder. Dediğiniz gibi olsun. Fakat…” diyerek cellatlarına doğru bakmış:
“Fakat bu adam emrimi takmadan karacayı öldürdü. Karacayı öldürmeden gözetlediği gözünü kesip çıkartın. Yay çektiği bir elini kesin!”
Kız:
“Kağanım, o bizi, ufak çoluk çocuğunu av avlayarak infak ederdi, şimdi nasıl geçiniriz?” demiş.
Kağan:
“Kağanın kayınpederi açlıktan ölmez. Ben seninle evlenirim. Cariyem değil, eşim olacaksın.“ demiş. İşte kızının akıllı ve güzel olmasından dolayı babası sağ kalmış. Kız evlendikten sonra Kağanın hem sadık yarı hem de danışmanı olmuş. Halk için huzur kaynağı olmuşlar ve mutluluk içinde yaşamışlar.” diyerek Ayşe sözünü bitirdi.
Maşan:
“Teyze, daha yok mu?” diye devam etmesini istedi.
“Yetmez mi, yeğenim, zenginlik istersen, kanaat et. Yarın gece uzun, o zaman anlatırım. Hadi şimdi uyuyun. Sabah derse gideceksiniz.”
Demek Mınbulak’ ta Kağanın yazlık konağı vardı. Beyaz evi dikilmişti. Nereye dikilmişti acaba? Ha… Belki de şu bizim evin durduğu yer Kağan ordusunun yeri idi, a? Çünkü bizim ev, Tanrı dağlarına bakan ilk evdi. Tepecikte yerleşmiş. Kağan ordusunu çukurluğa dikmezler ki. Bir de Mınbulak’ın en güzeli, en durusu şu bizim Jalbız bulak. Onun suyu kevser. Çevresinde yetişen nane kokusu yayılır ve bugüne kadar çilek büyür. Yazın ise bülbül ne güzel öter.
Ayşe suya gönderdiğinde, kovayı yanıma koyar, saydam СКАЧАТЬ