Temsilci:
“Sakin olun! Kolhozcu dostlar! Bu Almanlar bildiğiniz gibi değil, farklıdır. Bunlar faşist değil. Volga nehrinin boyundan gelenlerdir bunlar.”
“Nasıl oldu, Yedil Irmağı’na kadar mı geldiler?”
“O zaman faşistler Kazakistan’a kadar gelmişler?”
Soru çoğaldı. Temsilci sıkıldı. Deri dikili paltosunun cebinden mendili eline alarak yüzünü sildi.
“Hayır!” dedi temsilci.
“Faşistler Volga’ya kadar gelemezler, gelmeden öldürülürler.”
“O zaman Yedil’deki Almanlar niye göç ediyorlar?”
Temsilcinin zorlandığı nokta bu idi. Almanları Stalin’in emriyle sürdüklerini söyleyemiyordu. Söylese kellesi gider. Artık temsilcinin kabadayı gibi davranmaktan başka çaresi yoktu:
“Kolhozcu dostlar! Hükümet ile parti işine şüphe atmayın. Yoksa hükümet ile partinin siyasetine karşı mı çıkıyorsunuz?”
Millet sessiz kaldı. Temsilci yolunu bularak:
“Şimdi konuşma sırası Alman kardeşlerimizin adına konuşacak olan Otto Bauer’de.” dedi.
Karakbay Dede yanındakine:
“Otlat, bağır mı diyor?” diye fısıldadı.
“Şişt, konuşma!” dedi yanındaki.
Alman Rusça konuştu, bizler hiçbir şey anlamadık. Temsilci anlattı.
“Dostumuz Otto Bauer; böyle zor şartlarda aranızda yer vererek Almanları kabul ettiğinizden dolayı teşekkür ediyor. Alman milleti iş sever, iş dediğinde hazır duran çalışkan millet diyor. Kolhoz için büyük yardımları dokunur. Nasıl bir iş olsa da kaçmaz diyor.”
Otto Bauer yüzünde siyah nükte gibi beni olan, uzun boylu, iriyarı idi. Temsilcinin Kazakça tercümesini anlamasa da başını sallıyor, tebessüm ediyordu. Temsilcinin tercümanlığını güçlendirmek istemiş gibi:
“Arbayt arbayt, iş iş…” diyordu.
Sonunda toplantı bitti. Bitmeden önce kimlerin evine kimin gideceği belirlendi ve listesi okundu. Listeyi muhtar Juankul okudu. Listeyi okurken bir yerde:
“Ayşe Berdimbetova! Anna Wolf, iki kızı var: Emma ve Elza.” dedi.
Böylece Emma ve Elza ile birlikte Anna bizim eve geldi. Emma benden büyüktü, Elza ise bebekti. Anna onu kucağına alarak getirdi. Elinde ise beyaz siyah başörtüyle sarılarak bağlanan bohçası vardı. Emma’nın elinde de bir düğümlük bohçası vardı. Tüm dünyası bu kadar. Çok sonradan Anna anlatıyordu:
“Ne güzel evimiz, ineklerimiz, domuzlarımız, ördek ve kazlarımız, tavuklarımız vardı. Hepsi kaldı. Bir gecede askerler hepimizi trene attılar. Şimdi ise ulaştığımız yer Mınbulak köyü.”
Burada da bizim evimiz var. Sağa sola uzanan evimizin bir yanında kendimiz, ikinci odada ot, tezek, bir tek inek, bir iki keçi var. Orta kısmında ise odun ve diğer ufak tefek eşya yer almıştı.
Ayşe:
“Bir odada beraber oturalım diyorsan, hem şu boş odayı düzene sokarım diyorsan, sen bilirsin.” dedi Anna’ya.
Fakat onun dilini Anna anlamıyordu. İkisi de dilsizler gibi el hareketiyle anlaştılar. Anna:
“Gut gut.” dedi.
Böylece benim ilk Almanca öğrendiğim kelime “Gut” oldu. Anna, sarı gür saçlı, güzel kadındı. Büyük kızı da kendisine benziyordu. Yaşı küçük olmasına rağmen ayak kolları çekiç gibiydi, iri yarıydı. Küçük kızı yarı diri, yarı ölü gibiydi. Önceden mi böyleydi yoksa tren yolculuğu çok mu ağır geçti, o tarafını bilmiyorum. Gözü sulu değildi fakat bazen inliyordu. Gülümsemesini bilmiyordu. Aklı ermemiş bebek de olsa yeşil gözlerinde hasret, rengi kaçmış gökyüzü gibi derin keder vardı.
Savaşın ilk yılı idi. Soframızda yine bir şeyler vardı. Misafirlerimize ikram ettik. Sonra Anna çok oyalanmadan işine baktı. Hayvanın olduğu odanın bir köşesini temizleyerek, ortasına ağaç yerleştirerek Ayşe’nin topladığı pelin otlarla çevirdi. Tavuk kümesi gibi ayrı bir oda oldu. Oda içindeki minicik odaydı.
Anna’nın eşi askerlikteymiş. Sonra kendi kendime derim. Madem askerliğe gitmiş o zaman savaştadır. Almanlara hatta faşist Almanlara karşı savaşıyordur. Alman olsa dahi. Demek buna inanmış. İnanmışsa, neden sürgün edildiler?
Bu dünyanın bizim bilemediğimiz sırrı çok. Dünya menşei itibarıyla düzenli, doğru yaratılmıştır. Fakat sonradan güçlüler çıktı, zayıflar çıktı ortalığa. Adaletsizlik ondan oluştu. Gerçek adalet eşitliktir. İnsanların hepsinin eşit olması lazım. Hâlbuki insanlarda böyle bir adalet var mıdır? Birisi zengin, diğeri fakir. Birisi kuvvet sahibi, diğeri güçsüz. Birisi semiz, diğeri zayıf. Dünyada adalete yer verilmemiş. Biri yüksek, diğeri alçak. Bazılarının ise penceresi camsız, koyun işkembesi gibi. Öyle ise gerçek adalet hiçbir zaman, hiçbir devirde olmayacaktır. Şu anki adalet, adalet dediğimiz şey ise tecelliden ibaret.
O inceciğin de belkemiği kırılmış. Adaleti ayağıyla ezip geçen, onur ile namusu beş para saymayan siyaset denen nifak var. Siyaset, genelde koltuk için mücadeledir. Koltuk ise, güçtür. Güçlü olmak için koltuk adına mücadele edenlerin öz anne babasına, aynı memeden süt emen kardeşlerine acımadığını tarih hiç yorulmadan yorumladı. Öyle olduğunu gösterdi ve gösterecektir de.
Koltuk mücadelesinin ötesinde ise, ağız var. Kanaatsiz ağız açılır. Kazağın: “Fakir zengin olmak ister, zengin ise ilah olmak ister!” demesi boşuna değilmiş. Doymak bilmeyen ağıza sahip olan padişah, âlemi eline almak ister. Âlemi Allah’tan başka kimse alamaz. Ondan sonra savaş çıkar. Savaş ise, kan revandır, her yeri kaplayan acı ve kederdir. Padişahlar düşman kesilirler, halk ise helak olur.
İşte o kederin bir damlası da şu bizim evimize düşer. Birkaç gün geçtikten sonra Anna, Ayşe’yle eskisi gibi değil, Kazakça konuşur oldu. Emma de kabiliyetliymiş, biz de onunla anlaştık. Konuşamayan sadece Elza vardı. Onun dili, inilti idi. Süt verdik, kaymak verdik, elimizde olanların hepsini ağzına götürdük, ama…
Bir gün sabahleyin Anna odamıza geldi. Ayşe’den:
“Bu köyün mezarlığı nerede?” diye sordu.
“Ne mezarlığı ya?” dedi korkudan fırlayan Ayşe.
“Elza…” diyerek Anna ellerini yüzüne götürdü.
Bizler korkarak yataklarımızdan fırladık. Çevresi henüz çevrilmemiş bîtap halinde olan yetim mezarlık, Berdimbet deresinin baş tarafında idi. Karayolunun üzerindeydi. Önceki toplantıda konuşan Otta Bauer ve bir iki Alman geldi. Kendilerince bir şeyler konuştular. Bizler anlamıyorduk. Anladığım tek şey: “Müslüman, Müslüman!” demeleri СКАЧАТЬ