Hayırsever makinenin etrafında kader gibi ağır, acımasız bir tur attı ve devasa elini manivelanın üzerine koydu… Ne bir çıt sesi vardı ne de bir nefes; tüm gözler o elin üzerindeydi. Yüz binlerce voltun bileşkesine sahip olmak ne ateşli ne sürükleyici kasırga gibi bir his olmalı. Ne büyük şans!
Ölçülemeyen bir saniye. Akımı veren el aşağı indi. Dayanılmaz keskinlikte bir ışın kılıcı parladı, makinenin borularında zar zor duyulan titreme gibi bir çatırtı koptu. Yayılan vücut, belli belirsiz ışıklı bir dumanın içinde, gözümüzün önünde eriyor, daha da eriyor, korkunç bir hızla çözünüyor ve henüz bir dakika önce kalpteki delice ve kırmızı bir şekilde fışkıran sıvıdan geriye saf suyun kimyasal birikintisi dışında hiçbir şey kalmıyor. Bunlar hepimizin bildiği basit konulardı: Evet, maddenin çözünmesi; evet, insan vücudundaki atomların parçalanması. Ama bu yine de her seferinde mucize gibi Hayırsever’in insanüstü gücünün bir göstergesi gibi gerçekleşiyor.
Yukarıda, on kadın numaranın kıpkırmızı olmuş yüzleri, heyecandan yarım açık ağızları, ellerinde rüzgârın titrettiği çiçeklerle, Hayırsever’in önünde duruyordu.6
Eski bir geleneğe uygun olarak, on kadın, Hayırsever’in püsküren sıvıdan hâlâ ıslak olan ünifini çiçeklerle donattılar. Hayırsever, bir din adamının ulu adımlarıyla yavaşça aşağı indi, yavaşça tribünlerin arasından geçti ve onun arkasında yumuşak, beyaz kadın elleri yukarı kalktı ve milyonlarca kişinin narasının fırtınası koptu. Ardından bu naraların aynısı şu an bizim olduğumuz yerden görünmeyen Koruyucuların şerefine atıldı. Belki de onlar, Koruyucular, eski insanların hayallerinde oluşturduğu her insana doğumunda verilen şefkatli ve ürkütücü “koruyucu meleklerdir”.
Evet, bütün tören boyunca, eski inançlardan kalma, boran ve fırtına gibi arındırıcı birtakım şeyler vardı. Bu satırları okuyacak sizler, böyle anları bilir misiniz? Eğer bilmiyorsanız sizin adınıza üzülürüm…
10. KAYIT
Dün, benim için kimyagerlerin çözeltilerini süzdükleri kâğıt gibiydi: Tüm artık, gereksiz malzemelerin üzerinde kaldığı bir kâğıt… Sabah olduğunda aşağıya tümüyle damıtılmış, duru bir şekilde indim.
Aşağıda, lobide, masanın arkasında oturan kontrolör kadın saate bakarak gelen Numaraları kaydediyordu. Kadının adı Ю… Neyse, numarasını söylememem en iyisi olacak çünkü hakkında kötü bir şeyler yazmaktan korkuyorum. Aslında özünde çok saygın, yaşlı bir kadın. Onda beğenmediğim tek şey yanaklarının balık solungaçları gibi biraz aşağı sarkmış olması (Gerçi şimdi bu çok önemli değil gibi geldi.).
Kalemini gıcırdattı ve numaramı sayfanın üzerinde bir mürekkep lekesinin yanında gördüm: “D-503”
Tam bu mürekkep lekesine onun dikkatini çekmek istediğim sırada, birden kafasını kaldırdı ve mürekkep gibi gülücüğünü yüzüme damlattı:
“İşte mektubunuz. Evet, alacaksınız azizim. Evet, evet alacaksınız.”
Onun tarafından okunan mektubun bir de Koruyucular Bürosu’ndan geçmesi gerektiğini (Bu tabii düzeni açıklamanın gereksiz olduğunu düşünüyorum.) ve 12.00’den önce elimde olmayacağını biliyordum. Ancak bu gülüş karşısında mahcup olmuştum ve bir mürekkep damlası çözeltimi bulandırmıştı. Öylesine bulandırmıştı ki daha sonra İNTEGRAL’in inşaat alanında hiçbir şekilde zihnimi toparlayamadım ve hatta hiçbir zaman başıma gelmeyen bir olay yaşadım; hesaplamalarda yanıldım.
Saat 12.00’de tekrar pembemsi-kahverengi balık solungaçları, gülücük… Ve sonunda mektup ellerimdeydi. Neden bilmiyorum ama mektubu burada okumak yerine cüzdanıma soktum ve hızlıca odama gittim. Hemen açtım, çabucak gözden geçirdim ve oturdum… Bu, I-330’un üstüme yazıldığını ve bugün 21.00’de ona gitmem gerektiğini (Adresi de aşağıya yazılmıştı.) bildiren resmî bir ihbarnameydi.
Hayır! Her şeyden, ona karşı duygularımı kesin bir şekilde belli ettikten sonra bu olamazdı. Üstelik benim Koruyucular Bürosu’na gidip gitmediğimi bile bilmiyordu ki… Hasta olduğumu, hiç gidemeyeceğimi de bir yerlerden öğrenmiş olamazdı… Tüm bunlara rağmen…
Kafamın içinde bir dinamo fırıl fırıl dönüyor ve uğulduyordu. Buda-sarı-inci çiçekleri-pembe yarım ay… Ve evet işte, işte dahası, bugün O bana uğramak istiyordu. Ona I-330 hakkındaki bu ihbarnameyi göstermeli miydim? Benim bu konuda hiçbir suçum olmadığına, benim tamamen… İnanacak mıydı bilmiyorum (Sahiden nasıl inanacaktı ki?). Bildiğim şuydu ki zor, saçma ve tamamen mantık dışı bir konuşma gerçekleşecekti. Hayır, sadece bu kadar da değil. Neyse bırakalım da her şey mekanik bir şekilde çözülsün, ona sadece bu ihbarnamenin bir kopyasını yollayacağım.
Aceleyle ihbarnameyi cüzdanıma sıkıştırdım ve kendi korkunç, maymun gibi elimi gördüm. I’nın yürüyüş sırasında elimi nasıl tuttuğu ve ona baktığı hafızamda canlandı. Acaba gerçekten de o…
İşte saat 20.45 oldu. Beyaz bir gece. Her şey yeşilimsi bir camdan gibi. Ama bu değişik, kırılgan bir cam, bizim camımız değil, gerçek cam değil. Bu ince, cam bir kabuk ve kabuğun altında bir şey dönüyor, yayılıyor, vızıldıyor… Ve eğer şimdi konferans salonlarının kubbeleri sisler içinde havaya yükselip kaybolsa, yaşlı ay bugün sabah masanın arkasında kadın gibi mürekkep bir gülücük atarsa, bütün evlerin perdeleri bir anda iner, perdelerin ardında… Hiç şaşırmam.
Tuhaf bir his: Kaburgalarımı hissediyordum; sanki demir çubuklar gibi kalbimi sıkıştırıyorlardı ancak ona yer bırakmıyorlardı, çok sıkışıktılar. Altın sayılarla yazılmış I-330 yazısının asılı olduğu cam kapının önünde durdum. I’nın sırtı dönüktü, masada bir şeyler yazıyordu. İçeri girdim…
“İşte…” dedim ve ona pembe bileti uzattım. “Bugün ihbarnameyi aldım ve şimdi buradayım.”
“Ne kadar dakiksiniz! Bir dakika bekler misiniz? Oturun, şimdi bitiyorum.”
Gözlerini tekrar mektuba indirdi. Onun kapalı perdelerinin ardında ne vardı? Ne diyecekti, bir saniye sonra ne yapacaktı? O her şeyiyle oradan, vahşi, antik düşler ülkesinden geliyorken bunu bilmek, hesaplamak ne mümkündü?
Hiç konuşmadan onu izledim. Kaburgalarım demir çubuklar gibi, nefes alamıyordum… I konuşurken yüzü hızla dönen, ışıldayan bir çark gibi oluyordu. Hızından çarkın dişleri ayırt edilemiyordu. Ancak çark şimdi hareketsizdi. Ve ben acayip bir terkip fark ettim: Şakaklarına doğru kalkık, uzun, koyu kaşları ve burnundan ağzının kenarlarına СКАЧАТЬ
6
Tabii ki bu çiçekler Botanik Müzesi’ndendi. Şahsen ben Yeşil Duvar’ın çok ardında olan, vahşi dünyaya ait olan her şey gibi, çiçeklerde de güzel bir şey göremiyorum. Güzel olan sadece akılcı ve faydalı olandır: makineler, çizmeler, formüller, besinler ve dahası.