Benim içimdenmiş gibi benim düşüncelerimi söyledi. Ama gülümsemesinde hep o sinir bozucu X vardı. Orada, perdelerinin arkasında, bilmediğim, beni çileden çıkaran bir durum vardı. Onunla tartışmak, ona bağırmak (özellikle bağırmak) istiyordum ama uzlaşmak gerekiyordu, uzlaşmamak yasaktı.
Aynanın önünde durduk. O an sadece gözlerini görüyordum. Kafamda bir fikir doğdu: İnsan bu yabani, saçma daireler gibi yapılandırılmıştır; insan aklı şeffaf değildir ve içinde sadece “göz” denilen minik pencereleri vardır. Düşüncelerimi sezmiş gibi döndü: “İşte benim gözlerim?” demiş gibiydi. (Bunu tabii ki konuşmadan yaptı.)
Şimdi önümde kapkaranlık iki pencere ve içlerinde öylesine belirsiz, yabancı hayatlar vardı. Sadece şöminesinin içinde alev alev yanan ateşi ve bir şeylere benzeyen figürleri görüyordum.
Bu tabii ki doğaldır: Onun gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Ama doğal olmayan bana benzemiyor olmasıydı. (Bunun iç karartıcı ortamın etkisi olduğu açıktı.) Kendimi yakalanmış ve bu yabani hücreye hapsedilmiş, eski yaşamın yabani kasırgasına kapılmış hissettim.
“Biliyor musunuz?” dedi I: “Bir dakikalığına yan odaya geçin.” Sesi içinde bir yerlerden, şöminenin alev alev yandığı karanlık pencere gözlerinden geliyordu.
Odadan çıktım, oturdum. Duvardaki rafın üzerimde duran eski şairlerden birinin (Sanırım Puşkin’di.) kalkık burunlu, asimetrik fizyonomisi resmen doğrudan yüzüme gülümsüyordu. Neden böyle oturuyorum, neden bu gülümsemeye itaatkâr biçimde katlanıyorum, tüm bunlar neden? Neden buradayım? Neden bu saçma durumdayım? Bu sinir bozucu, itici kadın; tuhaf oyun…
Yan odada dolabın kapısı tıklatıldı, ipek astar hışırdadı, oraya gitmemek için kendimi çok zor tuttum ve ona tam olarak hatırlayamadığım çok sert sözler söylemek istedim.
Ama o çoktan çıkmıştı. Kısa, açık sarı eski bir elbise, siyah bir şapka ve siyah çorap giymişti. Elbise ince ipekti ve açıkça görüyordum: Çoraplar çok uzundu, dizleri çok daha üstündeydi, boynu açıktı, gölgesi…
“Dinleyin, siz açıkça orijinal olmak istiyorsunuz ama acaba siz…”
“Açık.” diye sözümü kesti I: “Orijinal olmak, bir şekilde diğerlerinden ayrılmak demektir. O hâlde, orijinal olmak eşitliği ihlal etmektir. Eskilerin aptal dillerinde “basmakalıp olmak” diye adlandırdıkları bizde “görevini yerine getirmek” anlamına gelmektedir. Çünkü…”
“Evet, evet, evet! Tam da öyle.” -Kendimi tutamadım-”Ve size hiçbir şey, hiçbir şey…”
Kalkık burunlu şairin heykeline yanaştı ve gözlerinin vahşi ateşini perdelerle kapatıp, içeride, kendi pençelerinin ardından, bana bu sefer tam ciddi gelen (beni yumuşatmak için olabilir), çok akıllıca bir laf söyledi:
“Bir zamanlar insanların bu tip şeylere katlanıyor olmasını siz de şaşırtıcı bulmuyor musunuz? Üstelik sadece katlanmamış, bir de önlerinde eğilmişler. Ne köle bir ruh! Öyle değil mi?”
“Açık… Ben istiyorum ki…” (Şu kahrolası “açık”.)
“Evet, anlıyorum. Ama yine de işin özünde bu hâkimler, onların hükümdarlarından ellerinden geldiklerince daha başarılıydılar. Onları neden tecrit etmediler? Neden yok etmediler? Bizde…”
“Evet, bizde…” diye başladım. Birden kahkaha attı. Bu gülüşün çınlamasını, sertliğini, kırbaç gibi olan esnekliğini, eğriliğini gözlerimle gördüm.
Hatırlıyorum, tüm vücudum titremişti. İşte – bunu kavramak lazım- şunu hatırlamıyorum… Ne olursa olsun bir şey yapmak lazımdı. Mekanik bir şekilde altın rozetimi açtım ve saate baktım. 5’e on vardı.
“Gitme zamanının çoktan geldiğini fark etmediniz mi?” Bunu yapabileceğim en kibar şekilde söyledim.
“Ya sizden burada benimle kalmanızı isteseydim?”
“Dinleyin, siz… Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? On dakika sonra kesinlikle konferans salonunda olmam lazım…”
“… Ve tüm Numaralar ayarlanan Sanat ve Bilim Kurslarına katılmakla yükümlüdür…”– I bunu benim sesimle söylemişti. Ardından perdelerini açtı. Gözlerini kaldırdı: Koyu perdelerinin içinde şömine alev alev yanıyordu:
“Tıp Bürosunda çalışan bir doktorum var, benim üzerime kayıtlı. Eğer istersem bize sizin hasta olduğunuzu gösteren bir belge verecektir. Ne dersiniz?”
Anlamıştım. Sonunda tüm bu oyunun nereye vardığını sonunda anlamıştım.
“Bu ne cüret! Biliyorsunuz musunuz, işin aslı, her şerefli Numara gibi, hemen Korucular Bürosuna gitmeliyim ve…”
“Ama işin aslı öyle değil…”(Keskin ısırık şeklinde gülücük belirdi.) “İnanılmaz ilgimi çekti; büroya gidecek misiniz gitmeyecek misiniz?”
“Siz kalıyor musunuz?” dedim ve kapının kolunu tuttum. Kapının kolu bakırdı ve benim sesimin de aynı bakır gibi olduğunu işittim.
“Bir dakika… Olur mu?”
Telefona yaklaştı. Numara’nın birini çağırdı; o kadar telaşlıydım ki kim olduğunu anımsamıyorum. Yüksek sesle söyledi:
“Sizi Eski Ev’de bekleyeceğim. Evet, evet, tek başıma…”
Soğuk bakır kolu çevirdim:
“Aero’yu almama izin verecek misiniz?”
“Ah, evet, tabii ki! Lütfen…”
Orada, girişte güneşin altında, yaşlı kadın bir bitki gibi uyukluyordu. Sımsıkı kapalı ağzının açılıp konuşmaya başlamasına tekrar şaşırdım:
“Ne o, sizinki orada tek mi kaldı?”
“Evet, tek.”
İhtiyarın ağzı tekrar kapandı. Başını salladı. Anlaşılan ihtiyarın zayıf beyni bile o kadının aptallığını ve riskli davranışlarını kavramıştı.
Tam 17’de dersteydim. Ve nedense birden ihtiyara yalan söylediğimi fark ettim: I orada tek başına değildi. Belki de bu -ihtiyarı istemsizce aldatmış olmak- beni rahatsız etti ve dersi dinlememe engel oldu. Evet, yalnız değildi ve mesele de buydu.
21.30’dan sonra boş zamanım vardı. Bugün Koruyucular Bürosu’na gitmem ve bir dilekçe yazmam mümkündü.
Ama bu aptal hikâyeden fazlasıyla yorulmuştum. Ve dilekçe için resmi süre iki gündü. Yarın veririm, tam 24 saat var diye düşündüm.
7. KAYIT