Kalbim öyle atıyordu ki sanki demir çubuklar eğilmişti. Çocuk gibi, aptal bir çocuk gibi yakalanmıştım, aptalca sustum. Kapana kısılmış gibi bir duyguya kapıldım. Elimin ayağımın birbirine dolandığını hissettim.
Ayağa kalktı, tembel tembel gerindi. Düğmeye bastı ve tüm perdeler hafif bir çatırtıyla indiler. Dünyayla bağlantım kesilmişti; onunla baş başaydım.
I arkamda bir yerlerde, dolabın yanındaydı. Ünifi hışırdadı, yere düştü; kulak kesildim; her şeyimle kulak kesildim. Hatırladım… Hayır! Sadece saniyenin yüzde birinde zihnimde bir şey parladı…
Yakın bir zamanda yeni tür bir sokak membranının eğriliğini hesaplamam gerekmişti (Bu membranlar şimdi zarif bir şekilde gizlenerek her caddeye yerleştirildiler, gerçekleşen günlük konuşmaları Koruyucular Bürosu için kaydediyorlar.). Ve hatırladım: İçbükey, pembe titreşen bir zar; tuhaf bir varlık, tek bir organdan, kulaktan oluşmuş. Ben şimdi aynı o membran gibiyim.
İşte şimdi de göğsünün üstünde, yakasından bir düğme açıldı, daha aşağı indi. Cam gibi ipek kumaş omuzlarında, dizlerinde hışırdadı ve yere düştü. Mavimsi gri ipekten önce bir ayağının, sonra diğer ayağının kurtulduğunu görmekten daha çok duyuyorum.
Sıkıca gerilmiş membran titriyor ve sessizliği kaydediyor. Hayır, sert çekiçler sonu gelmeyen aralıklarla demir çubuklarıma darbeler indiriyor. Ve duyuyorum, görüyorum: Arkamda, bir saniyeliğine düşünüyor.
İşte dolabın kapakları, kapaklardan biri vuruldu ve yine ipek, ipek…
“Evet, şimdi.”
Döndüm. İnce, safran sarısı, eski tarz bir elbise giymişti. Bu hiçbir şey giymemesinden bin kat daha kötüydü. İnce kumaşın içinden iki sivri nokta küllerin ortasında pembe köz gibi yanan iki kömüre benziyordu. İki yumuşak hatlı, yuvarlak diz…
Alçak bir koltukta oturuyordu. Önünde duran dört köşeli sehpanın üzerinde zehir yeşili içecekle dolu bir şişe ve iki tane ayaklı küçük kadeh duruyordu. Ağzının kenarında tüp gibi ince kâğıda sarılmış, eskilerin içtiği tütün tütüyordu (Bu borunun adı neydi, şimdi hatırlayamıyorum.).
Membran daha fazla titredi. İçimdeki çekiç kızmış demirlere iyice kızarıncaya kadar vuruyordu. Her darbesini net bir şekilde duyuyordum… Yoksa o da mı duydu?
Ama o sakin sakin tüttürüyor, sakin sakin bana bakıyor ve külü özensizce pembe biletimin üzerine silkeliyordu.
Elimden geldiğince soğukkanlılıkla sordum:
“Dinleyin, madem öyle neden benim üzerime yazıldınız? Neden beni buraya gelmek zorunda bıraktınız?”
Hiç duymuyormuş gibiydi. Kadehi şişeden doldurdu ve bir yudum aldı:
“Muhteşem bir likör. İster misiniz?”
O an anladım: Alkol. Dün yaşananlar zihnimde bir yıldırım gibi çaktı: Hayırsever’in taş eli, dayanılmaz ışın kılıcı ve Küp’te, kafası geriye düşmüş, kolları ayrılmış bir beden. Ürperdim.
“Dinleyin.” dedim. “Sizin de bildiğiniz gibi, kendilerini nikotinle ve özellikle alkolle zehirleyen herkesi Tek Devlet amansızca…”
Şakaklarına doğru uzanan koyu kaşları hareket etti ve alaycı, keskin üçgen göründü:
“Birçok kişinin kendilerini mahvetmesine ve yozlaşmasına imkân tanımaktan daha mantıklı olan, birkaç kişiyi hızlıca ortadan kaldırmaktır, gibi gibi… Sonuna kadar doğru.”
“Evet, sonuna kadar.”
“Evet, bunun gibi çıplak, kel gerçekler grubunu salın sokağa… Hayır, hayal edin… Hiç değilse benim değişmez hayranımın -onun kim olduğunu siz de biliyorsunuz- üzerinden yalan elbisesini çıkarıp attığını ve halkın arasında gerçek görüntüsüyle kaldığını hayal edin… Oh!”
I güldü. Ancak ben yüzünün aşağısında, ağzının kenarlarından burnuna kadar uzayan iki kırışıklığın oluşturduğu kederli üçgeni açıkça gördüm. Neden bilmiyorum bu iki kırışıklık sayesinde ikiye bükülmüş, hafif kambur, kepçe kulaklı adamı I’yı kucakladığını anladım. Şimdi olduğu gibi…
Her neyse, ben o zamanki anormal hislerimi aktarmaya çalışıyorum. Şimdi bunları yazarken her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığının son derece bilincindeyim. O adamın da her şerefli Numara gibi mutlu olmaya hakkı bulunduğunun, eğer böyle olmasaydı bunun adaletsizlik olacağının… Evet bu ortada.
I oldukça garip ve uzun bir şekilde güldü. Ardından dikkatli dikkatli baktı, bakışları bana nüfuz etti:
“En önemli olan ise sizinleyken son derece huzurluyum. Öyle tatlısınız ki sizin Büro’ya gidip benim likör içtiğimi ve tütün kullandığımı bildirmeyeceğinizden eminim. Ya hasta olacaksınız ya meşgul olacaksınız veya başka bir şey olacak. Ama daha da emin olduğum şudur ki şimdi benimle birlikte bu büyüleyici zehri içeceksiniz.”
Ne küstah ne alaycı bir ses tonuydu. Şimdi ondan tekrar nefret etmeye başladığımı çok net bir şekilde hissediyordum. Neden “şimdi, tekrar başlamak”? Ondan zaten her zaman nefret ettim.
Kadehteki bütün yeşil zehri bir anda içti, kalktı ve safran elbisesinin içinden görünen pembeliklerle birkaç adım attı, oturduğum koltuğun arkasında durdu.
Birden kollarını boynuma doladı ve dudakları dudaklarımdaydı… Hayır daha derin, daha dehşetli bir yerlere gidiyordu… Bunun benim için hiç beklenmedik bir olay olduğuna yemin ederim ve belki de sadece şey yüzünden… Ancak yine de yapamazdım -şimdi bunu çok iyi anlıyorum- bundan sonra olacakları ben istemiş olamazdım.
Dayanılmaz, tatlı dudaklar (Sanıyorum bu “likörün” tadıydı.)… Ağız dolusu yakıcı zehir içime akıyordu, daha da fazlası, daha da… Ayaklarım yerden kesilmişti ve yörüngesinden çıkmış bir gezegen gibi delirmişçesine dönerek aşağı iniyordum. Durmadan aşağı iniyordum ve hesaplanmamış bir yörüngeye doğru gidiyordum.
Bundan sonrasını ancak az çok yakın benzetmeler yoluyla, yaklaşık olarak tasvir edebilirim.
Daha önce böyle bir fikir hiç aklıma gelmemişti: Biz yeryüzünde her zaman, dünyanın rahminde gizlenmiş, fokur fokur kaynayan, kıpkırmızı ateş denizinin üzerinde yürüyoruz. Ama bunu hiçbir zaman düşünmüyoruz. Ya birden ayaklarımızın altındaki ince kabuk camdan oluverseydi ve biz birden görseydik…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».