Tuhaf… Ben bugün insanlık tarihinin en yüksek zirveleri hakkında yazdım, sürekli düşüncenin temiz dağ havasını soludum ama içimde bulutlu, örümcekli bir X gibi dört sivri köşeli bir haç vardı. Veya tüm bunlar, benim uzun süredir gözümün önünde duran kıllı pençelerim yüzündendi. Onlar hakkında konuşmayı da onların kendisini de sevmiyorum, onlar yabani çağın kalıntıları. Acaba içimde gerçekten böyle bir kalıntı…
İçimde tüm bu yazdıklarımın üstünü karalama isteği uyandı çünkü yazılarım bahislerin sınırları dışına çıkıyorlar. Fakat sonra karalamamaya karar verdim. Bırakalım benim yazılarım hassas bir sismograf gibi en hafif beyin sarsıntılarını bile eğri çizsin. Ne de olsa böyle hafif sarsıntılar bazen daha kötülerini önden haber verebiliyor.
Gerçekten karalamam gerekseydi işte o zaman saçmalık olurdu. Doğanın tüm güçleri bizim tarafımızdan kontrol altına alınmıştır, hiçbir felaket gerçekleşemez.
Şimdi benim için tamamen açık bir şey var: İçimdeki tuhaf hissin sebebi tamamen, yazının başında bahsettiğim kare durumum yüzündendir. Benim içimde X yok (olamaz da), sadece herhangi bir X’in sizin, benim meçhul okurlarımın içinde olmasından korkuyorum. Ama sizin beni sert bir şekilde yargılamayacağınıza inanıyorum. Yazmanın benim için insanlık tarihi boyunca hiçbir yazar için olmadığı kadar zor olduğunu anlayacağınız inancındayım: Birileri çağdaşları için yazdı, diğerleri ise gelecek nesiller için; ancak kimse ataları veya onlar gibi yabani olan, uzak atalarına benzeyen varlıklar için yazmadı…
6. KAYIT
Tekrarlıyorum: Hiçbir şey saklamadan yazmayı kendime görev edindim. Bu yüzden ne kadar acı da olsa, aramızda bile hayatı sağlamlaştırma ve kristalize etme sürecinin henüz tamamlanmadığını, ideale birkaç basamak daha kaldığının apaçık ortada olduğunu kaydetmek gerekiyor. İdeal (bu açıktır) orada, henüz hiçbir şeyin olmadığı yerde, bizde ise… İşte bunu kim istemez ki: Bugünkü Devlet Gazetesi’nde, iki gün sonra Küp Meydanı’nda Adalet Bayramı yapılacağını okudum. Yine Numaralardan biri yüce Devlet Makinesi’nin işleyişini ihlal etmiş; yine umulmadık, hesaplanmadık bir olay meydana gelmiş olmalı.
Bunun dışında, benim de başıma bir olay geldi. Doğru, bu Kişisel Saat içerisinde, yani umulmadık olaylar için özel olarak ayrılmış zaman içerisinde oldu ama hâlâ…
Saat 16.00 civarı (tam olarak on altıya on kala) evdeydim. Birden telefon çaldı.
“D-503?” dedi bir kadın sesi.
“Evet.”
“Müsait misiniz?”
“Evet.”
“Ben I-330. Şimdi hemencecik size uğrayacağım ve Eski Ev’e gideceğiz. Anlaştık mı?”
I-330… Bu I benim asabımı bozuyor, itiyor ve neredeyse korkutuyor. Ama özellikle bu yüzden ona “evet” dedim.
5 dakika sonra aerodaydık. Gökyüzünün mavi mayıs mayolikası ve kendi altın aerosu içinde ne bizi geçerek ne de gerimizde kalarak arkamızdan uğuldayan hafif Güneş. Ancak ileride tuhaf, yaşlı Cupid’in yanakları gibi şişkin bir bulut leke gibi ağarıyor ve bir şekilde beni rahatsız ediyor. Ön pencere açık. Rüzgâr dudakları kurutuyor bu yüzden ister istemez dudaklarını sürekli yalıyor ve sürekli onları düşünüyorsun.
İşte bulanık yeşil lekeler görünür şekilde duvarın arkasında ortaya çıkmaya başladılar. Ardından hafif, istem dışı bir kalp durması, aşağı, sarp bir dağdan iner gibi daha da aşağı ve işte Eski Evde’yiz. Bu tuhaf, kırılgan, silik yapının tüm çevresi cam bir tabakayla kaplanmış. Aksi hâlde, şüphesiz çoktan çökmüş olurdu. Cam kapının yanında her yeri, özellikle de ağzı buruş buruş olmuş yaşlı bir kadın oturuyor. Kadın; kırışık, buruş buruş, dudakları çoktan içine çökmüş. Ağzı sanki kapanmış gibi ve konuşabileceğine inanmak mümkün değil. Ama yine de konuştu:
“Hayırdır canlarım, küçük evime mi bakmaya geldiniz?” Ve kırışıklıkları ışıldadı. (Herhâlde renkli ışın şeklinde ortaya çıktılar ve bu da “ışıldama” etkisi yarattı.)
“Evet, nine. Tekrar canımız istedi.” dedi I.
Kırışıklıkları ışıldadı:
“Ne Güneş ama? Ne, ne? Seni gidi afacan seni! Biliyor-um, biliyorum! Neyse, tamam, siz gidin, ben burada, güneşte dursam daha iyi.”
Hmm… Sanırım yol arkadaşım buraya çok sık gelen bir misafir. Üstümü şöyle bir silkelemek istedim ama galiba yine pürüzsüz mavi mayolika üzerindeki bulutun sırnaşık görüntüsü buna engel oluyor.
Geniş, karanlık merdivenden yukarı çıkarken I:
“Onu seviyorum, o yaşlı kadını.” dedi.
“Niçin?”
“Bilmiyorum, ağzı yüzünden olabilir. Veya hiçbir sebep yokken. Öylesine seviyorum.”
Omuzlarımı silktim. Biraz gülümseyerek veya belki de hiç gülümsemeyerek devam etti:
“Kendimi suçlu hissediyorum. “Öylesine bir sevginin var olmaması gerektiği, sebebi belli bir sevginin var olması gerektiği açık. Normali böyle olmalı.”
“Açık.” diye başladım. Bu kelimeyi söylerken kendimi durdurdum ve I’ya kaçamak bir bakış attım: Fark etti mi yoksa etmedi mi?
Aşağıda bir yerlere bakıyordu; gözleri inikti, perdeler gibi.
Hatırladım: Akşam 22 civarı, bulvardan geçerken parlak ışıkların, şeffaf hücrelerin arasında; kapalı perdelerin arkasında bir karanlık vardı. I’nın kapalı perdelerinin arkasında ne vardı? Bugün beni neden aradı ve tüm bunlar ne içindi?
Ağır, gıcırtılı, şeffaf olmayan kapıyı açtım. Karanlık, düzensiz binaya girdik. Yine o tuhaf “kral” denilen müzik aleti ve o zamanların müziği gibi yabani, düzenlenmemiş, delice renk ve desen cümbüşü. Yukarıda beyaz bir düzlük, koyu mavi duvarlar; eski kitapların kırmızı, yeşil, turuncu ciltleri, bronz sarı şamdanlar, Buda heykeli, epilepsinin berbat ettiği, hiçbir denklemin hattına oturtulamamış mobilyalar…
Bu kaosa zorlukla katlanabildim. Ancak görünüşe göre yol arkadaşımın daha sağlam bir bünyesi vardı.
“Bu, benim en sevdiğim…”dedi ve birden sanki her şeyin farkına varmış gibi ısırık şeklinde gülücük, beyaz keskin dişler belirdi: “Daha doğrusu, bütün dairelerin içinden en tuhaf olanı.”
“Ya da daha doğrusu; devletlerin içinden.” diye düzelttim. “Binlerce mikroskobik, ebediyen savaşan СКАЧАТЬ