Название: BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU
Автор: ALPER KARAAGAÇ
Издательство: Автор
isbn: 9789752127791
isbn:
Şükran’la tanışıp eve taşınmamdan sonraki yaklaşık bir hafta bu şekilde geçti işte. Dolmabahçe Sarayı’na gideceğim günün bir önceki akşamı Şükran’la oturmuş, bir esnaf lokantasında yemek yiyorduk…
“Yarın için neden bu kadar heyecanlı olduğunuzu bir türlü anlayamıyorum.”
“Gayet basit aslında. Niyeyse çocukluğumdan beri Dolmabahçe’yi çok merak ediyordum. Şimdi ise böyle bir imkân bulduğum için çok heyecanlıyım.”
“Tamam ama asıl ilginizi çeken ve sizi bu kadar heyecanlandıran şey nedir?”
Gelecekten geldiğimi ve Atatürk’ü görmek istediğimi Şükran’a söyleyemediğim için böyle bir soru sorması çok normaldi elbette. Onu ürkütmemek için gerçeği hâlâ söyleyememiştim. Aslında gerçeğe ben bile yeni yeni alışıyordum, ona söylesem kim bilir ne tepki verirdi ama mantıken olumlu karşılayacağını hiç sanmıyordum. Söylememekle iyi ettiğim şu anki durumumdan da belliydi zaten, her şey o kadar yolunda gidiyordu ki. Dolmabahçe’ye kolaylıkla girmemi sağlayacak bir arkadaşım ve geçici bir süreyle de olsa başımı sokabileceğim bir evim vardı. Bildikleri kadarıyla, okumak için İstanbul’a gelen ve kimi kimsesi olmayan bir öğrenci adayına komşu teyzelerden gelen yemekler de fazlasıyla yetiyordu zaten. Önceden mimarlık okumak istediğimi söylemiştim…
“Mimarisi ilgimi çekiyor. Girip köşe bucağını, neyi nasıl yaptıklarını, hepsini kendi gözümle görmek istiyorum.”
“Bir kısmını size anlatabilirim ama ben daha çok tarihi olaylara hâkimim.”
“Çok iyisiniz ama dediğim gibi, hepsini tek tek kendi gözümle görmek istiyorum.”
“Elbette. Yarın bütün gününüzü orada geçireceksiniz anladığım kadarıyla.”
“Aynen öyle.”
“Pekâlâ. Artık eve gidip yatsak iyi olur.”
“Efendim!?”
“Evlerimize gidip uyusak diyorum… İyi olur.”
Yarın Atatürk’le görüşecektim. Ertesi gün yapacak önemli işleri olan insanların geceleri uykusuz geçermiş. Benim de öyle oldu.
6
Dolmabahçe Sarayı’nın güvenlik kapısına vardığımızda sabahın erken saatleriydi. Bulutsuz, açık mavi bir hava ve Boğaz’dan esen ılık rüzgâr, gayet verimli geçecek bir günü müjdeliyor gibiydi. Bir haftayı buralarda geçirdiğim için hem insanlara hem de ortama alışmıştım zaten. Aslında insanlar benim insanım, ortam da benim ortamımdı ama zaman benim zamanım değil; tam seksen beş yıl öncesinindi. Kendimden sadece bir iki nesil büyük olan tanıdıklarımın zamanını anlayamazken şimdi dedemden bile büyük insanların çocukluk zamanında yaşıyordum. Alışıyordum alışmasına ama kafamdaki en büyük soru işareti bu yaşadıklarımın nerede sonuçlanacağıyla ilgiliydi. Burada yaşamaya devam mı edeceğim, yoksa bir gün aniden kendi zamanımda mı uyanacağım? Reenkarnasyon gibi bir şey mi bu yoksa her iki zamanı da aynı anda mı yaşıyordum? Sadece bana özgü bir durum mu bu yoksa etrafta benim gibi başkaları da var mıydı? Bu soruları sormaya devam edersem ardı arkası kesilmeyecekti. Şimdi, yaptığım işe odaklanmalıydım.
Kendi zamanımda Dolmabahçe Sarayı’na neredeyse hiç gitmediğim söylenebilir. Yanlış hatırlamıyorsam bir kere ilkokulda götürmüşlerdi ama daha sonrasında bir daha hiç uğramamıştım. Uğramak mı istememiştim acaba? Ne ailem ne de arkadaşlarımın aklından bir kez olsun Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret etmek geçmemişti. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla bana göre son derece soğuk bir yerdi zaten. Hatta sadece o meşhur yatak odası kalmıştı aklımda. Bir insanın öldüğü oda… Ne kasvetli bir mekândı küçük bir çocuk için. Kabul ediyorum, konu elbette eğlenceden çok uzaktı ama en azından çocukların zihninde güzel hatıralar uyandırmak adına bir şeyler yapılabilirdi.
Şükran’dan öğrendiğim kadarıyla Atatürk kendisiyle görüşme amacı olmayan, yani yalnızca sarayı gezmek isteyen yerli ve yabancı turistlere, resmi ziyaretçilere sarayı gezmeleri için müsaade etmişti. O da sadece bazı günlerle sınırlıydı. Bu günlerde de saraya girebilmek için valilikten onay aldığınızı belirten bir kâğıt getirmeniz gerekiyordu yanınızda. Valilikten izin almaya kalksam elbette şeceremi öğrenmek isteyeceklerdi ve muhtemel sonuçlara göre gideceğim yer saray değil yine hastane olacaktı. Şimdi ise kapıda bekleyen onca görevli olmasına rağmen Şükran’ın misafiri olarak içeriye rahatça girebilmiştim.
“Geldiniz işte… Nereden başlamak istersiniz?”
“Müsaade ederseniz ben biraz kendim dolaşmak istiyorum. Ayrıca sizin de kıymetli vaktinizi almak istemem. Önce binanın cephesini dolaşıp ayrıntıları inceleyeceğim. İçeriye girmek istediğimde sizi bulurum. Uygun mudur?”
“Tamam ama şu ileride gördüğünüz bölümün arka tarafına geçmeyin olur mu? Bu cephenin istediğiniz yerini dolaşabilirsiniz.”
“Neden, ne var o bölümde?”
“Siz şimdilik geçmeyin, ben size daha sonra anlatırım ve hatta belki beraber gezeriz fırsat olursa.”
Tahmin ettiğim kadarıyla Şükran istemeden de olsa bana Atatürk’ü nerede bulabileceğimin ipucunu vermişti. Şimdi çözmem gereken mesele, koskoca mekânın içinde Atatürk’ü bulmak değil, muhakkak ortaya çıkacak bu durumun Şükran tarafından nasıl karşılanacağıydı. Bana yaptığı onca iyilikten sonra onu mahcup edemezdim, işinden bile olabilirdi. Ayrıca bir şekilde ona muhtaçtım, arkadaşının evinde kalıyordum neticede. Fakat bütün mazeretlerin ötesinde ona âşıktım. Açıkça söylemek gerekirse kendi zamanımda bile böyle bir hissiyatı tatmamıştım. Fakat ne yapabilirdim, böyle bir tarihte uyanıp Atatürk’e ulaşmaktan daha önemli ne işim olabilirdi ki?
Bir süreliğine Boğaz’ın eşsiz görüntüsüne dalıp bunları düşündüm. Kız Kulesi, vapurlar, üstleri köpük köpük dalgalar ve kahkahaları hiç değişmeyen martılar; hepsi de tek tek hayatın akışından nasibini alıyordu. Karşımda tüm heybetiyle duran Çamlıca Tepesi’ne ilişti gözüm. Kendi zamanımda, etrafındaki çirkin yapılaşma ve sevimsiz bir kuleyle ihtişamını kaybetmiş gibi duran tepe şimdi koskoca bir dağ gibi karşımdaydı. O da hayatın akışından nasibini alıyor; zaman, çoğu kez ilaç olsa da irili ufaklı birçok şey için de yıkım getiriyordu. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldıktan sonra arkamı dönüp Atatürk’ü aramaya başladım. Söylemesi bile bir garip değil mi? Siz bir de hissettiklerimi düşünün!
Dikkat çekmemek adına sarayın kapı ve pencereleri etrafındaki süsleri izleyerek Şükran’ın bana, “Geçme!” dediği arka kısma doğru ilerlemeye başladım. Soran olursa da bahanem hazırdı, mimarlık öğrencisi olduğumu ve sadece yapıyı incelediğimi söyleyecektim. Ayrıca o bölüme geçilmemesi gerektiğini gösteren tabelayı da görmemiştim. Tabii bu СКАЧАТЬ