BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU. ALPER KARAAGAÇ
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU - ALPER KARAAGAÇ страница 4

Название: BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU

Автор: ALPER KARAAGAÇ

Издательство: Автор

Жанр:

Серия:

isbn: 9789752127791

isbn:

СКАЧАТЬ diye seslendi. Odamın açık kapısına baktığımda bahsettikleri odanın benim odam olduğunu fark ettim. İşin rengi değişiyordu. O esnada soluk soluğa kalmış bir şekilde Aydın girdi kapıdan içeri.

      “Aydın! Nerede kaldın be kardeşim!”

      “Abi… acil gitmemiz lazım.”

      “Neden acil?”

      Demek ki geldiğimin haberi istihbarat tarafından duyulmuştu ve güncel bilgilerin alınması için acil olarak Dolmabahçe’ye çağırıyorlardı beni. Görev beklemezdi.

      “Seni deli sanıyorlar abi. Akıl hastanesine yatıracaklar.”

      Hayal kırıklığı mıydı? Evet ama bunu duyduğumda yapmaya çalıştıklarının aslında bir an için mantıklı olduğunu düşündüm. “Gelecekten geldim!” diyen birisi, hangi zaman diliminde olursa olsun deli kabul edilirdi. Biraz paniklemiştim, “Ne yapacağız peki?” diye sordum Aydın’a. Arkadaki çıkış kapısını bildiğini ve oradan kaçmamızın mümkün olduğunu söyledi.

      En alt kattaydı çıkış kapısı, üstelik koca binanın sadece tek bir asansörü vardı ve fakat onu da kullanamazdık. Aydın’ın ufak sesiyle hızlıca anlattığına göre, meğerse dört gündür hastanede oldukça ünlü olmuşum. Herkesin beni görmeye gelmesinden anlamalıydım zaten. Bu kattakileri atlatsam bile alt katlarda yüzümü gördükleri anda tanınırdım. Bunları düşünürken bir yandan da yatağımın karşısındaki metal dolabı açmış, kıyafetlerimi üstüme hızlıca geçirmeye başlamıştım bile. Aydın, kimsenin gelip gelmediğinden emin olmak için kapının dibinde erketeye yatmıştı. Eliyle bana “çabuk çabuk” işareti yapıyordu. Hemşire ve odacının, elinde bir sakinleştirici iğneyle odaya girmesi an meselesiydi. Eğer bu odadan çıkmadan yakalanırsam her şey için çok geç olacaktı. Giyinmem bittiğinde artık kaçış için hazırdım ama nasıl kaçacaktık? Aydın’a baktığımda yüzündeki hınzır gülüşünden kaçış planını çoktan yaptığını anlamıştım.

* * *

      Kaçacak bir tipe benzemediğimi düşünmüş olacaklardı ki odanın kapısını kilitlememişlerdi bile. Kapıyı açıp koridorda yürümeye başladık. Aydın önden gidiyor, odacı, hemşire veya doktor gördüğünde hemen geri dönüp karşımda duruyordu. Ben de Aydın’ın bana önceden verdiği gazeteyi iki yana açıp yüzümü kapatıyor ve gazeteyi okuyormuş gibi yapıyordum. Önümde durup parasını bekleyen gazeteci çocuk ve gazete okuyan bir beyefendi o günün şartlarında gayet makul bir kareydi. Bir tek siyah gözlük ve şapka eksik, diye düşünürken şapka işini de yine Aydın sayesinde bulunduğumuz katın vestiyerinden halletmiştik. Doktor geliyor, hop banka oturuyoruz. Odacı geliyor, hop duvar dibi. Böyle böyle iki kat aşağı inmeyi başardık.

      Bunun olması pek istenecek bir şey değildir elbette ama Allah’tan hastane yoğun günündeydi de kalabalığın arasında kaynayıp gidiyorduk. Giriş kattaki hemşirelerin çokluğundan hep gıdım gıdım ilerleyebildik. Serbest kalmama ramak kalmıştı, çıkış kapısına çok yaklaşmıştık. Gayet iyi gidiyorduk, ta ki giriş katındaki hemşirelerden biri yanımıza gelene kadar.

      Aydın sessizce, “Abi kıpırdama!” diye uyardığında hemşire çoktan yanımıza yanaşmıştı bile. Ben gayet soğukkanlı bir şekilde, hiç istifimi bozmadan gazeteye bakmaya devam ediyordum. “Böyle nasıl okuyabiliyorsunuz?” diye sordu hemşire. Hiçbir şey anlamamıştım, gazeteden gözümü ayırmayıp sadece yüzümü gizlemeye çalışıyordum. “Böyle, bu şekilde nasıl okunabilir ki?” diye sorusunu yineledi. Ben gazetenin bir ucunu hafifçe eğerek Aydın’ı yokladım. O esnada Aydın da bana kaş göz işaretleri yapıyor, gözleriyle yuvarlaklar çiziyordu. “Mesela şurayı okur musunuz?” diye parmağıyla gazetenin bir yerini işaret etti işgüzar hemşire. Kahretsin! Meğerse ters tutuyormuşum gazeteyi. O esnada koridorun diğer ucunda beyaz önlüklü iki odacıdan biri, “Oradalar! Tutun!” diye bağırdı. Yanımda duran işgüzar hemşireyle göz göze geldik. Aydın’ın, “Abi koş!” demesiyle gazeteyi hemşirenin eline tutuşturup koşmaya başlamam bir oldu. Zaten çıkış kapısına çok yakındık. Kapıdan tam çıkarken jeneriklik olsun diye kafamdaki şapkayı fırlatmayı da ihmal etmedim.

      Hastaneden kaçmıştık kaçmasına ama hemen peşimizde son sürat koşturan iki irikıyım odacı vardı. Ben Aydın’ı takip ediyordum. Aralarda insan kalabalığına girdiğinde dalgalı denizde bir kayık gibi gözden kayboluyor, sonra yeniden beliriyordu. Aslında bildiğim yerlerden geçiyorduk ama kaybolacağım korkusuyla Aydın’ın peşinden ayrılamıyordum. Hastane ile vapur iskelesinin arası fazla değildi ama ferah bir yaz günü olduğundan dışarısı çok kalabalıktı. Koşarken bir yandan da arkamıza dönüp bakıyorduk, odacılardan biri gözükse diğeri gözükmüyordu. Bir tanesi aniden sol arkamda belirdi. O kadar yakınımdaydı ki sıktığı dişlerinin arasından bana ettiği küfrü duyabiliyordum. Kaldırımların kalabalığından kurtulup kendimizi araba yoluna atmış ve ters yönden gelen arabaların arasından geçerek vapur iskelesine kadar gelmiştik. Odacılar bir hayli gerimizde kalmış ve hatta yorulup hızlarını kesmişlerdi.

      Aydın’ı tanıyan bir gişecinin sayesinde son anda kalkmakta olan vapura atladık. Biz vapura bindiğimizde odacılar çoktan gözden kaybolmuştu bile. Yaz sıcağında nefes nefese koşarken ter içinde kalmış, yaşadığım heyecanın verdiği yorgunlukla dizlerimin üstüne çökmüştüm. Odacıları görmeyip sadece vapura yetişebilmek için koştuğumuzu düşünen olaydan bihaber vapur yolcularının da takdirini kazanmıştık. İskeleden ayrılırken vapurun çalan düdüğü Aydın’la ikimizin zafer türküsünü söylüyor gibiydi.

***

      Vapurun iskeleden ayrılmasına rağmen heyecanımız henüz dinmemişti. Biraz soluklandıktan sonra yine aynı tempoyla en üst kata kadar çıktık. İçerisi nispeten boş gibiydi ama teras katının kapısını açtığımda üst güvertenin hıncahınç dolu olduğunu gördüm. Yazın ilk günleri, hava öyle enfesti ki içeride oturmak, vapur yolculuğu keyfine haksızlık etmek olurdu. Herkes rengârenk tahta iskemlelere yayılmış, Kadıköy’ün o enfes deniz manzarasını izliyordu. Martılara simit atanından tutun da garsondan çay isteyenine kadar bütün vapur yolcuları oradaydı. Elim ister istemez cebime gitti, telefonumu çıkartıp Insta’ya bir hikâye koymak istedim. Dalgalarla boomerang iyi giderdi halbuki ama 732 takipçim şansına küssün maalesef, telefon melefon yoktu ortada! Yapacak bir şey yok, çaresiz bir şekilde manzaranın keyfini çıkarmaya çalıştım. Kendi zamanımda böyle bir manzaranın fotoğrafını görsem herhalde siyah beyaz olduğundan çok kasvetli gelirdi bana. Oysa şu an içinde bulunduğum ortam, kendi zamanımdan bile daha renkliydi. Deniz daha mavi, güneş daha sarıydı. Vapurlar daha beyaz, gökyüzü daha bir aydınlıktı. Sadece renkler mi? İnsanlar daha güler yüzlü, martılar bile daha canlıydı. Aslında bizim zamanımızda da böyleydi de telefondan kafamızı kaldıramadığımız için biz mi göremiyorduk, diye düşünürken sağlı sollu geçen vapurların selam düdükleriyle kendime geldim. Her birinin kendine ait inceli kalınlı düdük sesleri vardı. Karşı vapurun diğerine verdiği düdük selamına, yolcular da el sallayarak karşılık veriyordu.

      Vapurun simsiyah dumanı, İstanbul’un beyazlı mavili gökyüzüne karıştığında Haydarpaşa İskelesi’ni çoktan arkamızda bırakmış, Kız Kulesi’ne doğru yaklaşmıştık. Üsküdar sahilinde kayalara oturmuş güneşlenen ve denize atlayan insanları gördüğümde yüzüme bir gülümseme yayıldı. Mevsimden midir nedir, herkes pek bir neşeli gözüküyordu. Püfür püfür esen rüzgârda dalgalanan kıpkırmızı bayrağımıza baktığımda СКАЧАТЬ