Название: BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU
Автор: ALPER KARAAGAÇ
Издательство: Автор
isbn: 9789752127791
isbn:
Bu arada Şükran henüz benim gelecekten geldiğimi filan bilmiyor. Herkes gibi o da beni deli zannetmesin diye söyleyemedim bir türlü. Laf aramızda, ben size “Şükran” diye anlatıyorum ama henüz “siz-biz” faslını geçemedik, “hanımlı-beyli” konuşuyoruz hâlâ. Bu dönemde zaten herkes böyle, birbirine ismiyle hitap edene denk gelmedim henüz.
Seksen beş yıl öncesinin Türkiye’sinde bir hanımla yan yana yürümenin ve hatta oturup, çay bahçesinde bir şeyler yiyip içmenin kabul edilemez bir şey olduğunu düşündüğüm için bir süre utanıp sıkılarak hareket ettim fakat sonrasında usulüne göre davranıldığı zaman bunların hiçbirinin etrafta bir sorun teşkil etmediğini gördüm. 1938 yılındaki İstanbul kendi zamanımdaki İstanbul’dan çok farklıydı elbette. Öncelikle etnik ve kültürel anlamda daha huzurlu ve çok daha sakindi. Kendi zamanımdaki Türkiye’den daha çağdaş ve daha anlayışlı bir Türkiye’de yaşıyorum şu anda. Elbette ben kendi zamanımda İstanbul’un sadece bir kesiminde bulunduğum için bunu genellemeye yaymam belki yanlıştır ama sadece eski Beyoğlu ile yenisini karşılaştırmak bile kendi zamanımda yaşadığım durumun vahametini anlamaya yetiyor. Keşke yanımda telefonum olsaydı da şu insanların şıklığını, karizmasını size gösterebilseydim. Sadece giyim tarzları değil; insanların birbirleriyle yaptıkları konuşmaları, hareketleri ve hatta mimikleri bile o kadar ölçülüydü ki kendi zamanıma dönersem ben de böyle davranabileyim diye hepsini tek tek inceliyordum. Bir yemek yemeleri vardı ki sanırsınız şiir okuyorlar. İçlerinden biri, benim zamanımda hamburgeri nasıl yediğimi görse herhalde eski çağlardan kalma bir mağara adamıyla karşılaştığını sanırdı.
Haziranın henüz ilk haftası olmasına rağmen hava bir hayli sıcaktı. Sorduğum kadarıyla klimanın icadından birçok kişi haberdardı ama Türkiye’ye henüz gelmemişti. Buralarda yaşayacaksam para kazanmanın bir yolunu bulmalıydım. Gerekli iletişimleri kurup Türkiye’ye klima getirtebilir miyim diye düşündüm ama ne sermayem ne de Şükran haricinde başka bir tanıdığım vardı etrafta. Aklım sürekli, yurtdışından ne getirtip satabilirim diye çalışıyordu. Buralarda Starbucks tarzı bir işletme açsam tüm dünyaya yayabilirdim ama sanki çok ihtiyaçmış gibi dakikalarca ayakta kahve beklemenin ve yürürken sıcak bir şey içmenin mantığını bu insanlara nasıl anlatacaktım? Madem gelecekten geldim, bu fırsatı değerlendirmem gerekiyordu, sıradan bir işte çalışamazdım. Henüz icat edilmemiş ürünleri sıralayıp hepsini önceden tasarlasam ve sonra gidip patentlerini alsam hırsızlığa girer miydi acaba? Sonrasında yan gelip yatar, sadece telif ücretlerini toplardım. İyi fikirdi bu aslında ama şu bir ay içinde olacak iş değildi. Önce geçici bir iş bulmalı ve cebime bir miktar para koymalıydım. Kendi evime taşınıp, günlük ihtiyaçlarımı karşılayacak duruma geldikten sonra zamana yayarak hepsini tek tek yapabilirdim.
Şu geçirdiğimiz bir hafta içinde Şükran’la birçok yer dolaştık. Galata, Beyoğlu, Tophane, Karaköy… Hepsini sanki ilk defa görüyormuş gibiydim. Aslında ezbere bildiğim sokaklardı hepsi ama sokakta yaşananlar tamamen farklıydı. İlk bir iki günde buraları bilmiyor rolünü iyi oynayamadığım için Şükran işkilleniyor gibi oldu ama sonradan tamamen aptala yatıp onun idaresine bıraktım kendimi. Elimde telefon olmamasını da fırsata çevirdim bir yandan. Yanımdaki kişiye ve gezdiğim yerlere odaklandığımda ortam daha eğlenceli, zaman daha zengin bir hale geliyordu. Ayakkabı boyacılarının ritmik hareketleri, kahvehanelerde fokurdayan nargileler, şerbetçi güğümlerinin parlaklığı gibi birçok şey ister istemez dikkatinizi çekiyordu ve bunlardan büyülenmemek elde değildi. Birbiri ardına karşıma çıkan şeyler yüzünden küçük yolculuklarımızın uzadığı çok oldu.
Bir sokağa girdiğimizde o dönem herkes için gayet sıradan olan bir manzara, benim için saatler geçirebileceğim bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Örneğin sokak satıcılarını izlediğinizde kendinizi bir müzikalde sanabilirdiniz. Mallarını, şarkı gibi melodili sesler ve sözlerle tanıtıyorlardı. Ayrıca alışveriş için açılan kapıların önünde sürdürülen pazarlıklar da herkesin işiteceği kadar yüksek sesle yapılıyordu. Bütün bunlar sokağa bir canlılık kazandırıyor, evde oturup pencereden bakan insanların canı sıkılmıyordu. Tabii benim de öyle. Bunları izlerken Şükran’ın, “Hadi artık!” demesiyle irkiliyor, sanki bir çocuğun mızmızlanması gibi, “Biraz daha kalalım,” diye ısrar ediyordum. Pazarlıkların sonucunda ne olacak diye heyecan içinde bekleyen insanları görünce bizim zamanımızdaki gibi bir bahis sistemi kurabilir miyim diye düşündüm. Fakat sonrasında bu dönemde bahis işinin fazla rağbet görmeyeceğini öngördüğüm için bundan da vazgeçtim.
Genelde Şükran saat 6 gibi eve geliyordu, yemek yedikten sonra hava kararana kadar dışarılarda dolaşıyorduk. Bu dönemde uyanmam (veya her ne oldu ise) yaza denk geldiği için çok kısmetliydim. Kışa rastlasaydım çok sıkıcı olurdu herhalde çünkü bu dönemde havanın kararması neredeyse saat 9’u buluyordu. Biz de bu zamanın tadını çıkartıyorduk. Hava karardıktan sonra şehrin tamamen karanlığa büründüğü zannedilmesin. Her ne kadar sokak aydınlatmaları güzel İstanbul sokaklarını aydınlatmaya tam olarak yetmese de gece çalışan yerlerin ışıklı tabelaları imdada koşuyor, ortam daha da şenlikli bir hal alıyordu. Şükran bana etrafı anlatırken ben de hayran hayran onu izliyordum ve bazen istemeden de olsa o kadar belli ediyorum ki ona olan hayranlığımı, anlattığı şeyi yarım bırakıp benim şapşallığıma gülmeye başlıyordu. Muhabbetimiz tamamlanıp hava karardıktan sonra ikimiz de kendi evlerimize gidiyorduk.
Sağa sola bakındığım kadarıyla televizyon hiçbir yerde yoktu zaten. Deli zannetmesinler diye de kimseye soramıyordum böyle bir şeyin var olup olmadığını. Gece izlenecek Netflix dizilerinin olmadığını bir düşünmenizi rica ederim. Ne sancılı, ne bedbaht (bu tür kelimeleri yeni öğrendiğim için kullanmak hoşuma gidiyor) geceler geçirdiğim gözlerinizin önüne gelmiştir. Bunu da fırsata çevirmek istedim aslında. Oturup, ezbere bildiğim dizilerin senaryolarını yazmak geldi aklıma. İyi para kazanabilirdim bu yolla ama önce televizyonun yaygınlaşması gerekiyordu. Dizi senaryosu yazma fikrini de elemiştim böylece.
Kaldığım evde bir tek radyo vardı ama o yuvarlak şeyi çevire çevire ancak bir iki kanala denk gelebildim. Onların da yayınları belli bir saate kadardı zaten. Üstüne üstlük dinlemeye tahammül edemediğim, bana son derece yabancı olan ağır parçalar çalıyordu hepsi. Sadece bir keresinde tesadüfen tanıdık bir isme denk geldim radyo dinlerken. Ankara Radyosu’ndan bir spiker Müzeyyen Senar’ı anons etti. Sonrasında söylediği şarkıyı bilmiyordum ama bu dönemde kendisini uzaktan da olsa canlı dinleme fırsatını yakalamıştım. Düşünsenize, henüz ünlü olmamışken Müzeyyen Senar’ı dinlemek… Kaç kişiye denk gelebilirdi ki böyle bir olay? Bunun haricinde radyoyla ilgili heyecan verici başka bir anım olmadı.
Geceleri yapacak pek bir şey bulamadığım için genelde evin içinde dört dönüyor, can sıkıntımı da bir süs köpeği gibi yanımda taşıyordum. Evin zemini tamamen ahşap olduğu için gece çıkan ayak seslerimden bitişik komşu rahatsız olmuş ve bir gece duvara vurarak beni uyarmıştı. Bu yüzden geceleri ev içi dolaşmalarımı da bırakmıştım artık. Hiç değilse telefonum yanımda olsaydı, sabaha kadar Youtube’ta, Insta’da takılabilirdim. Evet, internet de yoktu tabii ama en azından döne döne eski fotoğraflarıma bakıp zamanımı gayet zevkli bir şekilde değerlendirebilir veya etrafta dolaşıp fotoğraf СКАЧАТЬ