Название: BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU
Автор: ALPER KARAAGAÇ
Издательство: Автор
isbn: 9789752127791
isbn:
Ben Aydın’ın sorularını cevaplamaya çalışırken güler yüzüyle yanımıza bir garson abi yaklaştı. Önce beni tepeden tırnağa iyice bir süzdükten sonra Aydın’a kaş göz işareti yaparak benim kim olduğumu sordu. Belli ki Aydın bu çevrede tanınan bir çocuktu. Nasıl tanınmasın ki? Her yeri köşe bucak dolaşıp gazete satıyordu. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Aydın’ın iki küçük kardeşi varmış ve çocukcağız aile bütçesine katkı olsun diye de bu işi yapıyormuş. Aydın, yüzündeki gülüşü hiç değişmediği için biraz da sinir bozucu gözüken garsona uzaktan akrabası olduğumu ve Anadolu’dan yeni geldiğimi söyledi. Garson abi gayet babacan bir tavırla bana, “Hoş geldin kardeşim,” dedikten sonra bir elimize çay, bir elimize de simit tutuşturup parasını da almadan yanımızdan ayrıldı ve diğer vapur yolcularının yanına geri döndü. Ne hoş insanlardı bunlar, pişman olmuştum sinir bozucu diye düşündüğüme. Çay-simit ritüelimizle birlikte sohbetimiz kaldığı yerden devam ediyordu.
“İyi numaraydı Aydın. Demek Anadolu’dan gelmişim ben…”
“Ne deseydim abi? Gelecekten geldi bu abi mi deseydim? Abi bu arada sen geldiğin zamanda nerede yaşıyorsun?”
“Tufan.”
“Tufan nereye bağlı abi?”
“Hayır, ismim Tufan.”
“He tamam. Tufan abi sen geldiğin zamanda nerede yaşıyorsun?”
“Burada, İstanbul’da. Hem de Kadıköy’de.”
“Ne iş yapıyorsun peki Tufan abi?”
“Henüz bir iş yapmıyorum, öğrenciyim. Mimarlık okuyorum.”
“Abi peki neyle geldin günümüze?”
Bu küçük yaşta gazete dağıtmaya başlayarak bir gazeteci kimliğine çoktan bürünmüş olan Aydın’ın soruları kesinlikle bitmek bilmiyordu. Ben de bir yandan Atatürk’ün karşısına çıktığımda söyleyeceklerimi kafamda toparlamaya çalışıyordum ama bir yandan bilinmezlik, bir yandan az önce yaşadığım heyecanla başa çıkmaya çalışmak dikkatimi dağıtıyordu. Buna Aydın’ın soru bombardımanı da eklenince kafam iyice allak bullak olmuştu.
Kız Kulesi’ni geçtiğimizde Boğaz tüm güzelliğiyle gözlerimin önündeydi artık. Köprülerden hiçbiri yerinde değildi ve tepelerin sırtları ufak tefek evlerin haricinde tamamen yemyeşildi. En güzeli ise bizim zamanımızda neredeyse gökyüzünü kapatan plazalardan bir tanesi bile yerinde yoktu. Onların yerine koca koca ağaçlarla donanmıştı Boğaz’ın sırtları. İçinde bulunduğum durum yüzünden aslında korkuyordum ama bir yandan da kendimi evimde hissediyordum, çünkü beşik gibi bir sağa bir sola sallanan balıkçı tekneleri sanki bana el sallıyor, kahkahalarıyla yeri göğü inleten martılar hep bir ağızdan, “Hoş geldin!” diyordu. “Hoş bulduk karbonhidrata alıştırdığımız etçil canlılar!”
Az ileride bembeyaz duvarlarıyla Dolmabahçe Sarayı, tüm ihtişamıyla vapurun iskele tarafında belirdi. “Geçmişte uyanıp doğruca gitmek istediğin yer neresi?” diye sorsalar, acaba kaç kişinin aklına doğrudan Dolmabahçe Sarayı gelirdi? Mevzu aslında ne saray ne de başka bir mekândı, doğruca onun yanına gitmek istiyordum çünkü anlatacaklarım vardı. O an, vatan millet sevdasıyla öyle bir ruh haline bürünmüştüm ki zamanında o Samsun’a nasıl ayak bastıysa aynı hayallerle ben de şimdi Beşiktaş’a ayak basıyordum.
4
Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye uzanan ağaçlı yol şimdi her zamankinden daha güzel gözüküyor, göğe doğru uzanan çınar ağaçlarının yaprakları arasından sızan güneş yolumuzu aydınlatıyordu. Aydın, elinden bir an olsun bırakmadığı gazeteleri etrafımızdan gelip geçen insanlara satıyor, günlük parasını kazanmaya çalışıyordu. O durduğunda ben de biraz dinleniyor ve Atatürk’le ne konuşacağımın provasını tekrar tekrar aklımdan geçiriyordum. Anlatacağım, şikâyet edeceğim o kadar çok şey vardı ki nereden başlayacağımı seçemiyordum. Zamanımızda yaşanan tüm sıkıntılar parça parça geliyordu aklıma. Geliyordu gelmesine ama hangisinden başlayacağımı ve gerisini nasıl getireceğimi bir türlü toparlayamıyordum. En baştan başlamak istesem nereden başlardım acaba? Köy enstitülerinin kapatılması zaten başlı başına bir konuydu ama ben konuya tam olarak hâkim değildim ki! Nasıl anlatacaktım? Cumhuriyet döneminde açılan fabrikaların kapatılması, eğitim sistemimiz, terör örgütleri, ekonomi, yolsuzluk… Bunların belki de hepsini tek tek sıralayabilirdim ama gerisini nasıl getirecektim. Bu kafa karışıklığıyla dalmış olmalıydım ki Aydın beni, “Tufan abi geldik,” diyerek uyardı.
Heyecandan ne yapacağımı bilemez haldeydim, geri dönmeyi bile düşündüm bir an. Kolay değildi, koskoca Atatürk’ün karşısına çıkacaktım. Karşısına çıkmak bir yana, bir de gelecekten geldiğimi ve ona haberler getirdiğimi söyleyecektim, kim olsa gülerdi buna. Güvenlik kulübesinin az ötesinde bir süre sakinleşmeye çalıştım. Soğuk bir denize iskeleden atlamak gibi bir heyecandı bu içimdeki.
Bir süre sonra kendimi toparlayıp güvenlik kapısına yöneldim, askerler esas duruşta nöbet bekliyordu. Yanlarına gittim ve askerlerden bir tanesine içeri girmek istediğimi söyledim. Karşısına geçtiğim asker hiç kımıldamadan doğruca karşıya bakıyordu. İsteğimi tekrarladım, “İçeri girmek istiyorum, Atatürk’le görüşeceğim,” dedim. Askerin yüzünde inceden, çok ufak bir tebessüm belirdi. Elindeki tüfeğin dipçiği kadar sert yüz ifadesiyle duran bir askerin yüzünü de ancak böyle bir söz güldürebilirdi zaten. Aydın, “Abi o iş öyle olmaz,” diyerek beni arkamdan çekiştirmeye başladı. Ben orada çırpınıp dururken diğer yandan başka bir asker yanımıza geldi ve ne istediğimi sordu. Kendi zamanımda henüz askere gitmemiştim ama bu son gelen askerin rütbesinin diğerlerinden üstte olduğu her halinden belliydi. Fazla vakit kaybetmeden sorusunu yineledi. Bu sefer kendimden gayet emin bir şekilde gelecekten geldiğimi, içeri girmek istediğimi ve Atatürk’e anlatmam gereken önemli konular olduğunu tekrarladım. Bir süre yüzüme baktıktan sonra bu askerin yüzünde de aynı tebessüm belirdi. Bu gülümsemeyi görmek gerçekten sinir bozucuydu. Sonrasında “hadi kardeşim, işinize” der gibilerinden sırtımı sıvazlayarak beni oradan uzaklaştırmaya çalıştı. O da haklı, in miyim cin miyim? Şapkadan çıkar gibi olmazdı bu iş ve fakat başka bir yolu da yoktu. Sanırım.
Mücadelem devam ediyordu ama ümidimi de yavaş yavaş kaybediyor gibiydim. Görüşürüm, görüşemezsin derken uzaktan bir hanımefendinin sesi duyuldu.
“Müsaade edin, ben ilgileneyim.”
Bakışlarımız ona çevrildiğinde, öyle bir şeyin bize gelmekte olduğunu gördüm ki hakikaten müsaade etmelilerdi ve benimle o ilgilenmeliydi. Omzunun üstüne düşen dalgalı saçları, zarif yürüyüşünün ufak esintisiyle sağa sola dalgalanıyor, ortaya çıkan beyaz incecik boynu zaman ve mekân algımı bir kez daha yerle bir ediyordu.
“Buyurun Şükran Hanım,” dedi rütbeli asker ve nöbet tutan diğer askerlerin yanına döndü. Şükran Hanım buyuracaktı şimdi, buyursundu zaten o, ne isterse yapsındı o. Tüm güzelliğiyle kurtarıcı bir melek gibi karşımda duruyordu. Hafif bir gülümseme sonrasında, “Sizi dinliyorum,” dedi ama mavi gözleri beni olduğum yere СКАЧАТЬ