BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU. ALPER KARAAGAÇ
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU - ALPER KARAAGAÇ страница 6

Название: BIR TATLI SU CUMHURIYETÇISI-2023-1938 VE ONUN GEÇMISE YOLCULUGU

Автор: ALPER KARAAGAÇ

Издательство: Автор

Жанр:

Серия:

isbn: 9789752127791

isbn:

СКАЧАТЬ ama saraya ziyaretler haftada bir gün, o da şimdilik sadece salı günleri yapılabiliyor.”

      “E ben şimdi gideyim, salı günü geleyim o halde.”

      “Elbette, bekleriz ama gelirken valilikten yazı getirmeyi unutmayın lütfen.”

      O kadar etkileyici gözleri vardı ki özel durumumdan bahsedememiş ve sözü bir türlü Atatürk’le görüşme konusuna getirememiştim. Arkasını dönüp gidiyordu işte ve ben gözlerimi ondan bir saniye bile ayıramıyordum. Bu, saraya girmek için son fırsatım olabilirdi. Henüz fazla uzaklaşmamıştı ki bir an için kendimi toparladım ve pek de kendinden emin olmayan bir sesle arkasından, “Şükran Hanım!” diye seslendim. Haliyle arkasını dönüp bana baktı. Ama o ne muazzam dönüştü öyle! “Buyurun,” diyerek gülümsediği an, orada bambaşka bir boyuta geçmiştim sanki. Yüz hatları, gülüşü, yürüyüşü beni tamamen sarmalamış ve pek de alışık olmadığım bir his, tüm vücudumda bir karıncalanma etkisi yaratmıştı. Söze “gelecekten geldim” zırvasıyla başlamayacaktım, bu sefer ikna edici ve ağırbaşlı olmalıydım.

      Buralara yabancı olduğumu, kalacak bir yerim olmadığını söyledim ve Dolmabahçe’ye girmenin benim için çok önemli bir konu olduğunu anlatmaya çalıştım. Mümkün olduğu kadar nazik ama kararlı olmaya çalışıyordum ve fakat odaklanmakta çok zorlanıyordum, kelimeler birbirine karışıyordu. Ben kelimeleri toparlamaya çalışırken onun nazik ve sevecen gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmuyordu.

      “Kardeşiniz mi?”

      “Kim kardeşim mi?”

      “Yanınızdaki ufaklık.”

      Aydın’ı tamamen unutmuştum bile. Sadece Aydın’ı değil birçok şey kafamdan silinmişti. Bu sırada Aydın da beni unutmuş, elinde kalan son gazetelerini satmaya çalışıyordu. Vakit öğleni geçtiği için de zorlanıyordu maalesef.

      “Hayır, kardeşim değil.”

      “Öyleyse?”

      “Bir arkadaşım… İstanbul’u bilmediğim için bana yardımcı oluyor. Sağ olsun, buralara geldiğimden beri yanımdan ayrılmadı. Kaybolmamam için uğraşıyor.”

      “Nereden geldim demiştiniz?”

      “Dememiştim.”

      “Peki nereden geldiniz?”

      Aydın fazla uzağımızda olmadığı için kulağı bir yandan da bizdeydi. Dayanamayıp söze karıştı ve benim Anadolu’dan geldiğimi, sadece üç beş gün önce trenden indiğimi söyledi. Yalan da sayılmazdı aslında. Gerçekten de Anadolu yakasında bir tren garından geliyordum. Aydın çaktırmadan bana göz kırptı ve “anlatsana işte” der gibilerinden kafasıyla Şükran Hanım’ı işaret etti. O sırada Aydın’ın vapurda uydurduğu pembe yalanı hatırladım ve gerisi de öylece kendiliğinden gelmiş oldu.

      “Aslında Aydın’la uzaktan akraba sayılırız. Dediği gibi, ben henüz yeni geldim İstanbul’a. Mimarlık okumak için. Dolmabahçe Sarayı’nı gezmek de hep hayallerimi süslemişti. Bu sebeple buradayım.”

      Şükran Hanım pek inanmış gözükmüyordu ama tam bir zarafet timsali olduğu için beni bozmuyordu da. Hatta uzaktan durumun nereye varacağını anlamaya çalışan rütbeli askere “her şey yolunda” anlamında bir mimik bile yapmıştı.

      “Kalacak yeriniz olmadığını söylemiştiniz. Oturduğum evin yakınlarında boş bir daire var, üstelik sahibini de tanıyorum. Dilerseniz sizi yönlendirebilirim.”

      “Çok sevinirim. Ben sizin numaranızı alayım en iyisi.”

      “Ne numarası?”

      “Pardon, karıştırdım ben, affedersiniz. O halde ben sizi bekleyeyim buralarda bir yerlerde. Olur mu?”

      “Pekâlâ, beş sularında buradan çıkacağım. Saat kulesinin önünde görüşürüz o halde.”

      “Saat kulesi?”

      “Müsaadenizle…”

      Ben Şükran Hanım’ın arkasından donakalmış bakarken Aydın beni çekiştirerek diğer tarafa döndürdü. Saat kulesi! Ne güzel bir şeydi bu böyle. Elbette varlığından haberdardım ve hatta kendi zamanımda neredeyse haftada bir kere önünden geçiyordum ama koskoca kuleyi hiç incelememiştim.

      Saat kulesi, arka fonunda Boğaz’da tam yol giden vapurlar ve üstünde bir sağa bir sola gezinen bulutlarla birlikte zamanın ilerlediğini anlatan bir resim gibiydi ve ben de zamanda geriye gitmiş, bu canlı resme bakıyordum şimdi. Kulenin altındaki irili ufaklı ağaçlara takıldı gözüm, kim bilir benim zamanımda ne haldeydiler. Gezi Parkı geldi aklıma. Acaba nasıl gözüküyordu şimdi? Paşanın karşısına çıktığımda anlatmaya bu konudan başlayabilirdim belki de. Parkın ne halde olduğunu görmek için Şükran Hanım’ın çıkış saatine kadar gidip dönebilir miyim diye düşündüysem de onu kaçırma ihtimali beni bu fikirden vazgeçirdi.

      Aydın bir süre sonra yanımdan ayrıldı. Ayrılmadan önce yaptığı iyilikler için ona defalarca teşekkür ettim. Bu taraflara yolu düşerse ne yapıp edip beni mutlaka bulmasını rica ettim. Ben onu nerede bulabileceğimi gayet iyi biliyordum. Tekrar görüşeceğimizi ümit ederek birbirimizden ayrıldık. O giderken okulun ilk günü sınıfına teslim edilmiş ve yanından ayrılan velisinden kopmak istemeyen bir çocuk gibi hissettim kendimi.

      Şükran Hanım’ı beklerken saat kulesinin altına oturdum ve gözlerimle Boğaziçi’ni taradım uzun uzun. Her ne kadar kafaya takmamaya çalışsam da 1938 yılına nasıl geldiğimi düşünmeye başladım. Acaba bu bir yetenek olabilir miydi? Eğer öyleyse ve farkına varmadan bu yeteneğimi kullandıysam bir daha nasıl yapabileceğimi keşfetmem gerekiyordu. Keşfettikten sonra da anladığım kadarıyla zamanda istediğim gibi yol alabilirdim. Daha da geçmişe ve hatta belki geleceğe bile gidebilirdim. Mekânı değiştirebiliyor muydum acaba? Her hâlükârda, hayatımın bundan sonraki yılları oldukça eğlenceli geçeceğe benziyordu. Şimdi bulunduğum yerin ve zamanın fırsatlarını değerlendirmeli ve tadını çıkarmalıydım. Şu anda olduğu gibi… Yinelemeden edemeyeceğim ama Boğaz’ın bu görüntüsü beni çok şaşırtıyordu. Etrafta ne köprü vardı ne de Boğaz’ın sırtlarını kaplayan binalar. Bu sade ve gösterişsiz haline rağmen İstanbul günümüzdekinden daha güzel ve daha renkliydi. Hele ki şu deniz… Dünyanın en güzel mavisi hemen önümde duran İstanbul Boğazı’nın mavisi olmalıydı. Vazgeçtim! En güzel mavi, omzuma hafifçe dokunup ninni gibi ses tonuyla, “Artık gidebiliriz,” diyen şu güzel gözlerin mavisiydi.

      5

      Şükran, Dolmabahçe Sarayı’nda tercüman olarak çalışıyordu. Atatürk’ün kalkınma projeleri sayesinde devlet tarafından birkaç yıl önce yurtdışına eğitim almaya gönderilmiş, filoloji okuduktan sonra ülkesine geri dönmüştü. Anadili gibi iki yabancı dili de gayet akıcı bir şekilde konuşuyordu. Anlattığına göre okuduğu okuldan yüksek bir dereceyle mezun olmuş ve sonrasında da Dolmabahçe Sarayı’nda işe alınmıştı. Dolmabahçe’nin Cumhurbaşkanlığı Sarayı olarak kullanılmaya başlanmasından sonra Atatürk, sarayı halkın ziyaretine açmış, böyle güzel bir yapıdan СКАЧАТЬ