Usta ile Margarita. Bulgakov Mihail
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Usta ile Margarita - Bulgakov Mihail страница 28

Название: Usta ile Margarita

Автор: Bulgakov Mihail

Издательство: Can Yayınları

Жанр:

Серия:

isbn: 9789750720390

isbn:

СКАЧАТЬ Mihail Aleksandroviç, hiçbir yere telefon edemezdi. Deniskin, Gluhariyov ve Kvant, Beskudnikov’la birlikte, boşuna bağırıp çağırıyorlardı. Tam gece yarısı, on iki edebiyatçı, birinci kattan ayrılıp lokantaya indi. Orada, Mihail Aleksandroviç hakkında birkaç kötü söz daha söylendi: Çünkü dışarıda bütün masalar doluydu tabii, o güzel ama boğucu salonlarda yemek yemekten başka çare kalmamıştı.

      Tam gece yarısı bir şey sanki büyük bir gürültüyle birinci salona düştü; oradan da kulakları sağır eden bir gümbürtü ve şangırtıyla hoplayıp zıplayarak her yana yayıldı. Müziğin duyulduğu an, ince bir erkek sesi, büyük bir umutsuzlukla, “Haleluya!” diye bağırdı. Griboyedov’da çalınan ünlü caz müziğinin ilk parçasıydı bu. Terli yüzler hemen canlandı, tavandaki mor atlar hayata dönmüş, lambaların ışığı parlamış gibi oldu, iki salonda ve taraçadakiler hayata döndü, birden zincirlerini koparmışçasına dans etmeye koyuldular.

      Gluhariyev, şair Tamara Polumesyats’la dansa kalktı. Kvant dansa kalktı, romancı Jukopov, sarı giysili bir sinema oyuncusuyla dans ediyordu. Dragunski dans ediyordu, Çerdaçki de dans ediyordu, ufak tefek Deniskin dev yapılı Shturman George’la, güzel mimar Semeykina-Gall, kendisine sıkı sıkı yapışmış beyaz keten pantolonlu bir yabancıyla dans ediyordu. Moskovalı ya da dışarıdan gelen misafirler dans ediyordu. Yazar Kronştadtlı Johann, yanağı olduğu gibi leylak rengi egzamayla kaplanmış, rejisör olduğu söylenen Rostovlu Vitya Kuftik adlı biri, MASSOLİT’in şiir bölümünün ünlü üyeleri, yani Pavianov, Bogohulski, Sladki, Şniçkin ve Adelfina Buzdyak dans ediyorlardı; kısacık saçları, vatkalı ceketleriyle boksörlere benzeyen, mesleği belirsiz gençler de dans ediyordu. Uzun sakalına, nereden geldiği belirsiz bir parça yeşil soğan parçası yapışmış yaşlı bir adam, kansızlıktan solmuş, kavuniçi ipekten bumburuşuk bir ipek elbise giymiş bir cılız kızla dans ediyordu.

      Ter içindeki garsonlar, nefret dolu boğuk seslerle “Pardon! Pardon yoldaşlar!” diye bağırarak oturanların tepesinden buzlu bira bardaklarını taşıyorlardı. Nereden geldiği belirsiz bir ses megafonla, “Şaşlık karski biiir!” diyordu. “Zubrovka votkası, ikiiiii! Bir de işkembe çorbası!” Cılız ses şarkı söylemiyor, “Haleluya!” diye haykırıyordu artık. Arada bir bulaşıkçıların eğimli tahtanın üzerinden mutfağa aktardıkları tabak çanak şangırtısı orkestranın altın sarısı zillerinin gürültüsünü bastırıyordu. Ortalık tek kelimeyle cehenneme dönmüştü.

      Tam gece yarısı, bir cehennem görüntüsüne tanık oldu lokantadakiler. Taraçada, frak giymiş yakışıklı bir adam belirdi birden. Kara gözlü, hançer gibi sivri sakallı adam etki alanını soylu bir havayla süzdü. Bazı mistikler, bu adamın bir zamanlar frak giymediğini, beline doladığı kalın deri kemerden iki tabanca kabzasının göründüğünü, kuzguni saçlarını kırmızı ipekten bir mendille sardığını, komutasındaki geminin, kurukafalı uğursuz bayrağı dalgalandırarak Karayip Denizi’nde gezdiğini söylerler.

      Yok yok, hayır! Yalan söylüyor baştan çıkarıcı, hayalci kişiler, yeryüzünde bir Karayip Denizi yok, hiçbir gözü kanlı korsan bu denizde gezmez, savaş gemileri onu kovalamaz, denizin dalgalarına barut dumanları yayılmaz. Bir şey yok, olmadı hiç böyle şey! Kurumaya yüz tutan ıhlamurlar, demir parmaklıklar ve ardında da bulvar… İşte olup olacağı bu kadar. Bir kâsede eriyen buz, komşu masada birinin, kan çanağına dönmüş manda gözleri, bütün bunlar korkunç, korkunç! Ey Tanrım, Tanrım, zehir istiyorum, bana zehir verin!

      Ansızın masaların birinden, “Berlioz!” adı yükseliverdi. Müzik sesi önce çarpıldı, sonra kesildi. Sanki biri, bir yumrukta susturuvermişti müziği. “Ne, ne, ne, ne?” Berlioz!” Herkes sağa sola koşmaya, “Ah, oh!” çekmeye koyuldu.

      Kesinlikle, Mihail Aleksandroviç’in korkunç ölüm haberi bir üzüntü dalgası gibi yayıldı ortalığa. Birinin yerinde hoplayıp zıpladığı, çırpındığı, hemen, oracıkta ortak bir telgraf yazıp bir dakika bile kaybetmeden göndermeyi önerdiği görüldü.

      “İyi ama ne telgrafı?” diye sorsak, nereye gönderilecek bu telgraf? Neden gönderilecek üstelik? Bir de kime çekilecek? Adamın ezilmiş kafatası bir anatomi uzmanının kauçuk eldivenli parmakları arasındaysa, bir profesör de kıvrık uçlu iğnesini boyun derisine batırıp dikiyorsa, bir telgrafın ne gibi bir yararı dokunabilir? O öldü, hiçbir telgrafın gereği yok artık. Her şey bitti, telgraf hatlarını meşgul etmek yararsız.

      Evet, o öldü. Öldü… Ama biz, yaşıyoruz biz!

      Evet bir acı dalgası ortalığı kapladı, yükseldi, bir süre dorukta durdu… Sonra düştü, herkes masasına dönmeye ve –önce gizlice, sonra açıkça– bir duble içip yemeğini atıştırmaya koyuldu. Côteless de volaille20 bırakılır mıydı hiç? Mihail Aleksandroviç’e nasıl yararlı olabiliriz? Aç kalarak mı? Her şey bir yana, biz yaşıyoruz ama!

      Tabii, piyano kilitlendi, müzisyenler enstrümanlarını toplayıp gittiler, birkaç gazeteci, ölüm haberini gazetelerine bildirmeye koştular. Jeldıbin’in morgdan döndüğü duyuldu sonra. Yukarıya, ölenin çalışma odasına yerleşti; Berlioz’un yerine MASSOLİT’in başına geçeceği duyuldu ardından da. Jeldıbin, lokantadaki on iki yönetim kurulu üyesini çağırttı; Berlioz’un odasında toplanıp acele görüşülmesi gereken konular, Griboyedov’un sütunlu salonunun cenaze için nasıl süsleneceği, cesedin morgdan buraya nasıl getirileceği, cenazenin ziyaretçilere gösterileceği katafalkın nasıl hazırlanacağı gibi üzücü olayla ilgili bütün sorunlar tartışıldı.

      Bu arada lokantada alışılmış gece hayatı sürüyordu. Kapanış saati olan dörde kadar da sürecekti; ama lokantadakilerde Berlioz’un ölüm haberinden daha büyük şaşkınlık yaratan olağanüstü bir olay yaşandı.

      Önce, Griboyedov’un önünde duran arabacılar heyecanlandılar. Biri, oturduğu yerden doğrulup seslendi:

      “Heeeey! Şuna bakın!”

      Bu haykırışın ardından, nereden çıktığı anlaşılamayan titrek bir ışık parmaklıkların dibinden fışkırıverdi, hemencecik taraçaya yaklaştı. Olup biteni iyice görebilmek için herkes yerinden kalkmaya başlamıştı. O ara, titrek ışıkla birlikte bir beyaz hayaletin de lokantaya doğru ilerlediği görüldü. Hayalet çardağa vardığında herkes ucunda bir parça mersinbalığı olan çatalları havada, gözleri fal taşı gibi dondu kaldı. O sıra sigara içmek amacıyla bahçeye çıkan kapıcı, sigarasını atıp hayaletin lokantaya girişine engel olmak amacıyla kapıya koştu. Ama nedendir bilinmez, görevini yapmadı: Olduğu yerde durup aptal aptal gülmeye koyuldu.

      Hayalet, çardağın girişini geçip güçlük çekmeden içeri girdi. Ve herkes bunun bir hayalet değil, ünlü şair İvan Nikolayeviç Biezdomni olduğunu gördü.

      Ayakları çıplaktı, üzerindeki yırtık pırtık kirli beyaz tolstovka’sına pek bilinmeyen bir azizin resmi iğnelenmişti, beyaz çizgili bir içdonu vardı. İvan Nikolayeviç’in elinde, uzun bir kilise mumu yanıyordu. Sağ yanağında taze bir yara izi… Bütün taraçaya birden çöküveren derin sessizliği hayal edebilmek mümkün değil. Tepsisi yana eğilmiş, biranın döküldüğünü bile fark etmeyen bir garson, olduğu yere çakılıp kalmıştı.

      Şair, elindeki mumu başının üstüne kaldırıp yüksek sesle, “Size selam olsun kardeşlerim!” dedi. Sonra en yakın masanın altına СКАЧАТЬ