“Güzel!”
Nevcivan, dudaklarını kıvırmıştı. Hanımının yüzünü görüp görmediği henüz belli olmayan şu yabancı erkeğin onu kırk yıllık dost gibi adıyla çağırmasını tuhaf bulmuştu. Mamafih o da bir şey söylemedi ve gülümsedi.
Nadire, başlangıcın kızlar üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı fikrine kapılarak satırları hecelemeye başladı. Süruri Bey, Kemal’den aldığı ilhamdan sonra alıntılarına devam ediyordu. O derecede ki her cümle bir muharririn veya bir şairin fikrini taşıyordu. Zavallı adam üst üste okumak kuvvetiyle hafızasına nakşettiği parlak sözleri, öz malı imiş gibi sayfalara sıralamıştı.
Fakat kelimeler çok çetrefil idi. Nadire, gülünç bir heceleyişle o garip terkipleri, o acayip lügatleri okumaya çalışıyor ve çoğunun manasını anlamadığı hâlde okumaktan gene bir haz alıyordu. Dinleyenlerin hissî vaziyetleri kendisinden çok farklı idi. Besleme Nevcivan, bu sözlerden ne zevk ne mana alabilmişti. Küçük hanımı tavan aralarında inleten, şimdi de ateşlendiren bu mektup, kendisine hiçbir şey ilham etmiyordu. Bir koyun melemesi, bir kedi miyavlaması, onun için şu çetrefil kelimelerden daha çok anlamlı gelecekti. Gerçi Süruri denilen yabancı adamın aşktan ve âşıklıktan bahsettiği anlaşılıyordu. Fakat sözleri deli saçmasına benziyordu.
Aleksandra, bilakis, muhabbetnameye gittikçe çoğalan bir alaka gösteriyordu. O, İstanbul’un çirkinler kraliçesine name yazan adamın ya aldanmış bir sersem yahut aldatmaya hazırlanmış bir sahtekâr olduğunu anlamıştı. Lakin onu dilbaz buluyordu. Arapça, Acemce kelimeler, onun da kafasında zevksiz bir gürültü yapmıyor değildi. Şu kadar ki bazı sözlerden gene bir şeyler idrak edebiliyordu. Okuyabildiği kitaplar, karıştığı sevdalı münakaşalar kuvvetiyle mektup sahibinin neler söylemek istediğine biraz intikal ediyordu. O sebeple, Nadire’nin hecelemesini bir aralık kesmekten de geri kalmadı; “Hızlı geçiyorsun!” dedi. “Sözlerin tadını adamakıllı alamıyoruz. Biraz daha yavaş okusanız fena olmaz.”
Bu alaka, çirkin kızın neşesini ve heyecanını artırdı. Artık kelimeleri üçer, satırları da ikişer defa tekrar etmeye başladı. Zaten uzun olan mektubun bu suretle üç kat daha uzaması, besleme Nevcivan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Fakat Süruri Bey’in, “Güzellik gibi aşk da gizli kalmaya mütehammil değildir, tanınmak ve bilinmek ister!” girişiyle kendisini tarife tahsis ettiği sayfalar nispeten sade olduğu için, yavaş yavaş onun da merakı uyandı, esnemeyi bırakarak âşık efendiyi dikkatle dinlemeye koyuldu.
Mektup, hakikaten incelmişti. Süruri Bey, nefsini tasvir etmekte aşkı ve güzelliği tariften daha büyük bir kudret göstermişti. Saçlarından başlayarak topuğuna kadar kendisini mükemmelen resmediyordu.
Bu tasviri yalnız dudaklarında değil gözlerinde de canlandıran ve okuyuş tarzına şimdi yayvan bir öpüş şekli bulaşan Nadire Hanım gibi Aleksandra da, Süruri Bey’i âdeta karşısında görüyor gibi oluyordu. Koyu siyah saçlarıyla, gür kaşlarıyla, kara gözleriyle, kıvrık bıyıklarıyla, buğday rengiyle, uzunca ve ince boyuyla mektup sahibi onların da karşısında canlanıyor ve tebessüm ediyordu!
Şimdi sıra aşkın dileklerine gelmişti. Süruri Bey, bu pek nazik ve pek tehlikeli noktayı da cesur bir hamle ile apaçık izah edivermişti. Onun pervasız bir açıklıkla yaptığı açıklamaya göre “sevgililerin yekvücut olması” lazımdır. Bununla beraber o, sadece yekvücut olmak gerekliliğini ileri sürmekle yetinmiyordu, ezeli bir güzelliğin gerektirdiği bedenî birleşmenin âşık ve maşuk arasında “ayniyet” teşkil etmesi icap edeceğini de söylüyordu.
Sonra, iki sevgili arasında “ayniyet”in ne demek olduğunu anlatıyordu. Nadire Hanım, şevk ile hecelediği bu çok üryan tahlillerden iliklerine kadar tat almakla beraber kızarmaktan geri kalmıyordu. Yanındakilerden de utandığı için bir ağız yapmak istedi, mırıldandı: “Kalbi gibi kalemi de hasta. Ne yazdığını bilmiyor. Fakat aşağı tarafları daha usluca!”
Çirkin kızın “aşağı tarafları” dediği sayfalar hicran ve arzu terennüm eden basmakalıp sözlerle dolu idi. Âşık efendi, hicran gecelerinin tükenmek bilmeyen uzunluğunu anlatırken ayları, yıldızları söyletiyor; sevgilisini bazen aya bindirerek meçhul ufuklarda dolaştırıyor, bazen yıldızların başına geçirerek zeybek oyunu oynatıyordu. Bu gevezelikler arasında rüyalarını hikâye etmeyi de unutmuyordu. Alelade sekiz, on saat uzayıp giden geceler, Süruri Bey’in tarifine nazaran, binlerce sene uzunluğunda olduğu için o geceler içinde görülen rüyalar da sonu gelmeyen masallar gibi bir şey oluyordu.
Nadire Hanım, kendi yüzünden uzayıp giden gecelerin hikâyesini, mektubun hayli ağdalı olan diğer sayfalarından daha iyi anladığı için hecelemeyi bırakmıştı. Kelimeleri artık kekelemeden okuyor ve satır başına biraz daha sarhoş oluyordu.
Nihayet mektubun sonu geldi ve Nadire Hanım, dinlediği tatlı masalın biteceğini anlayarak yüzünü buruşturan bir çocuk acınışıyla içini çekti, “Artık bitiyor.” dedi. “İki yaprak kaldı!”
Bu iki yaprak, garip bir tavsiye ve hazin bir feryat taşıyordu. Sayfa sayfa aşktan, güzellikten, hicrandan, rüyadan bahseden Süruri Bey, şimdi sevgilisine tuhaf bir tavsiyede bulunuyordu:
“Güzel mahluk!” diyordu. “Seni yordum, sinirlerini oynattım. Bu günahımı tamir için sana bir zevk, lahuti bir zevk takdim etmek isterim. Hemen kalk, soyun! Mektubumu gümüş göğsüne bas, yatağına gir, gözlerini kapa ve beni düşün! ‘Gönülden gönüle yol var’, demezler mi? İşte, göze görünmez perilerin eliyle yapılan bu yoldan benim yanına geldiğimi göreceksin. Fakat acele etme. Gözlerin gene kapalı dursun. Ta ki orada, senin ayaklarının ucunda uzun bir neşide okuyayım! Aşkımın azametini, hicran günlerinin elemlerini sana dilimle anlatayım. Beni dinledikten sonra emir senindir. Dilersen evindeki kedi gibi başımı göğsüne koyarak sana yoldaşlık ederim. Dilersen okuduğu ilahilere rağmen sadaka alamayarak eli boş dönen bir dilenci gibi sesimi kesip geri dönerim. Bu zıt neticeler, sana takdim etmek istediğim zevki ihlal edecek değildir. Beni yanında alıkoysan da geri göndersen de sesimin aksi kulaklarında titreyecek ve göreceğin rüya gene benden ibaret kalacaktır. Rica ederim, çok rica ederim, bu büyük rüyayı elde etmek fırsatını kaçırma!
Ve sonra, çığıra filan lüzum görmeden bir sürü çığlıklar sıralıyordu:
“Nadire, güzel Nadire, güzeller güzeli Nadire, ezeliyetin kızı Nadire, ebediyetin kızı Nadire! Seni seviyorum, çıldırasıya seviyorum, ölesiye seviyorum, ağlaya ağlaya seviyorum, güle güle seviyorum, düşüne düşüne seviyorum, çırpına çırpına seviyorum, seviyorum, seviyorum.”
Mektup bitmiş, Nadire Hanım’ın da kuvveti tükenmişti. O sıra sıra “seviyorum”ları tekrar ederken önce kızarmış, sonra sararmış ve müteakiben bembeyaz kesilmiş, nihayet ıspazmoz22 geçirir gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. СКАЧАТЬ
21
İstizah: Herhangi bir konuda açıklayıcı bilgi isteme, bir sorunun açıklanmasını isteme. (e.n.)
22
Ispazmoz: “Aşırı titreme, kasılma.”