Bütün bu hakikatlere, bu bozuk kanlılığa rağmen size Rum olduğunuzu telkin eden kilisedir. Hâlbuki kiliseler, vicdanlarda karışıklık yapabilseler bile kanlarda tasfiye yapamazlar. Papağanlara hangi dilde kelime öğretirseniz öğretiniz, zavallılar gene kuştur; siz de Rumca konuşuyorsunuz ama tuhaf bir alaşımdan başka bir şey değilsiniz. Ne kadar yazık ki bu alaşımın adı henüz konulmamıştır ve siz, un çuvalı üstüne başka bir yafta yapıştırmak kabilinden kendinizi Rum olarak tanıtmaya çalışıyorsunuz. Lakin küçük bir fiske çuvalın hakikatini meydana çıkarır.
Bu sebeple terzi hanım, zatıalinize Aleksandra Diplaraku demekte beis görmem, fakat Rum kızı demek için çok düşünürüm, ilmen ortaya çıkardığım kanaatime göre dünya yüzünde asırlardan beri Rum yoktur, Rumca konuşan insanlar vardır.”
Terzi kızı, hiddetini güçlükle yenebiliyordu. İhtiyar adamın itiraz kabul etmeyen bir katiyetle söylediği sözlerden fena hâlde sıkılmıştı. Ancak, tarihe istinat ettirilen bu hükümleri, alelade sözlerle, manasız tehevvürlerle13 reddetmeye kalkışmayı da kendi bilgiçliğine yakıştıramıyordu. Binaenaleyh kızara bozara, parmaklarını çatırdata çatırdata hayli düşündü ve nihayet bir müdafaa noktası buldu:
“Sel gider, kum kalır efendim. Biz de kendimizi kum sayarız.”
Nesimi Efendi, güldü:
“Kumu götüren sel de vardır, onların yerinde ancak çamur kalır!”
“Çamur olalım fakat güzel kokulu bir çamur! Rumların güzelliğine de diyeceğiniz yok a!”
Efendinin yüzünde küçümsemeye, hor görmeye benzeyen bir mana belirdi:
“Güzellikten bahsedilmek için güzelliği bilmek lazımdır. Bana ‘güzel’in tarifini yapar mısın?”
“Benim Türkçem kıt, söyleyemem ki, Biz ‘tokalon’ deriz, siz güzel diyorsunuz. Onu görürüz, sezeriz, anlarız, anlatamayız. Bizim Sokrat, ‘kalokagasiya’ için çok hoş şey söylemiştir. Biliyorum ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum.”
“Senin söylemene hacet yok. Sokrat’ın ne demek istediğini ben senden çok iyi bilirim. O adam, daha güzelle iyinin farkını anlamamış, ikisini birbirine karıştırmıştır. Güzel başka, iyi başkadır!”
Ve birdenbire kaşlarını çattı, sesini yükseltti:
“Sen, Rumların güzel olduğunu söylemekle aklınca güzelliğin sizde irsî olduğunu anlatmaya yelteniyorsun. Sizlerin, yani kendi kendilerine Rum diyen insanların güzelliği, şu bizim evlerde yüz çeşit parçadan yapılan bohçaların güzelliğine benzer. O bohçaların da birdenbire göze çarpmaması mümkün değildir. Fakat bu göz kapış, hakiki bir güzellikten ileri gelmiyor, birbirine uymayan renklerin yan yana dizilmesinden doğuyor. Şayet bugünkü Rumlarda bir güzellik tevehhüm14 olunuyorsa sebebi budur, ayrı ayrı ve birbirine karşı tamamen aykırı parçalardan yapılma bohçalara benzemelerindendir! Bu hakikat, münakaşaya değmez ama bazı zirzopların da senin gibi düşündüklerine yüz yılda, beş yüz yılda bir tesadüf olunmuyor değil. Mesela İngilizlerin Lort Byron’u! O da senin kafanda bir adamdı. İki bin sene evvel Atina’da, Sparta’da ‘güzellik’ bulunduğuna inanmış ve onu diriltmek için bir sürü çılgınlıklar yapmıştı. Mademki sen de benim huzurumda aynı saçma fikri ileri sürüyorsun, hakikat namına kuruntunu tashih edeyim:
Güzellik denilen şey, dört suretle tetkik olunur. Bir kere, güzelin ve güzelliğin vicdanlarda heyecan uyandırması nedendir, o cihete bakılır. Sonra ‘güzel’ dediğimiz şeyin niçin güzel olduğu, yani hangi şeklin, hangi vasfın bizde cazibe uyandırdığı düşünülür. Sonra, güzelliğin çeşit çeşit cilveleri, ansızın ayrı görünüp de bir gülün yaprakları, bir zincirin halkaları gibi gene bir bütün teşkil eden lemaları15 ayırt edilir. Sonra, güzelliğin nelerden doğup nelere bağlı olduğu derinleştirilir! Güzeli ve güzelliği böyle dört cepheden tetkik edebilen adamlardır ki ‘filan şey güzeldir’ demek hakkını kazanır. Her tesadüf ettikleri nesne karşısında ağızları sulananların, burunları gıdıklananların, ötesi berisi kaşınanların güzelden bahsetmeye salahiyetleri yoktur.
Sokrat, ‘kalokagasiya’ yani ‘güzel ve iyi’ demiş. Siz bu sözlerle yahut sekiz on numunesiz heykellerle o devir insanlarının ‘güzel’i anladıklarına ve ‘iyi’ye hürmet ettiklerine mi inanıyorsunuz? Eğer kendilerine zorla yamanmak istediğiniz o eski adamlar ‘iyi’ olsalardı bizzat Sokrat’ı öldürmezlerdi. Onların güzellikleri de iyiliklerde mütenasiptir.”16
Burada Nesimi Efendi’nin yüzüne bir azamet geldi, sesini birkaç perde kuvvetlendirdi: “Terzi kızı, terzi kızı!” diye haykırdı. “Güzel, ne Sokrat’ın ‘kalogasiya’sıdır ne Eflatun’un ‘Görülür, işitilir, koklanır!’ dediği maddedir! Eflatun Efendi de hocası gibi bu bahiste piyadedir. Bazen ‘Prostekala izafi güzellik’, bazen de ‘kala kasafta mutlak güzellik’ demiş, sapıtmış! Hâlbuki Türkler, bu hususta da bocalamışlardır. Güzelliği hem anlamışlar hem anlatmışlardır. Bizde güzellik, ‘yaratıcı, türedici ve mahvedici kuvvet’tir. Bizim bir Kudadgu Bilig’imiz var. Orada bak ne deniyor: ‘Yaratkan, tüzetken, yiğitken idim!’ İşte güzellik budur. Güzellik vicdanlarda heyecan, muhayyilede ilham yaratmalı; elemleri gidermeli, çirkin ve kasvetli düşünceleri, endişeleri söndürmeli, silip süpürmeli! Bu kuvveti taşıyan her şey, yalnız güzel değil, aynı zamanda ulvidir. Elbet anlarsın ki güzelliğe yakışan yüksekliktir, ulviyettir. Süfliyette güzellik olmayacağı gibi sefil güzel de olmaz. Binaenaleyh, yaşayışları sefil, düşünüşleri sefil ve tarihleri sefil olan kütlelerin kızına güzel, karısına güzel diyemeyiz. Anladın mı Matmazel Diplaraku?”
Aleksandra, bu coşkun talakat17 önünde âdeta küçülmüştü. Nesimi Efendi’nin başını kitaptan kaldırmaz bir adam olduğunu bilmekle beraber onun Sokratları, Eflatunları beğenmeyecek kadar kendine güvenen bir dilbaz olduğunu bilmiyordu. Kendisi bir “Kalokagasiya”dan bahsetmişken o, “Prostakala”lardan, “Kalakasafta”lardan dem vurmuştu. Bu sebeple ne diyeceğini şaşırmış ve ihtiyarla münakaşaya girdiğine pişman olmuştu.
Hacı Hafız Nesimi Efendi, terzi kızının hayran ve perişan sustuğunu görünce iltifat etti.
“Ben size acı bir hakikatten bahsettim. Hâlbuki siz; kendinizi hakikatle beslemezsiniz, sizin gıdanız hayaldir, masaldır. O hâlde üzülmeye mahal yok. Güzellik hakkındaki sözlerimden de yeise düşmenizi istemem. O derecede ki bir gün bizim memlekette de güzellik müsabakaları tertip olunursa ‘Rum güzeli’ sıfatıyla hemen iştirak etmenizi tavsiye ederim. Çünkü Lort Byron gibi ters düşünceli ve ters meşrepli insanlar henüz vardır ve onlar reylerini mutlaka sizin gibilere verirler. Şu takdirde somurtmak manasız. Güle güle git de dikişlere bak!”
Matmazel Aleksandra alı al moru mor, yerinden kalktı. Şu cüretkâr adama hiç olmazsa ağır bir kelime söylemek istiyordu. Bedenine tasarruf olunduğu hâlde eline ücreti verilmeyen bir fahişe gibi müteessirdi. Bu teessürünü СКАЧАТЬ
13
Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)
14
Tevehhüm: Kuruntuya düşme. (e.n.)
15
Lema: Parıltı, ışıltı, parlamak, şimşek gibi çakmak. (e.n.)
16
Mütenasip: Orantılı, oranlı, uygun. (e.n.)
17
Talakat: Kolayca düzgün söz söyleme durumu. (e.n.)