Nesimi Efendi, mahut kitabın kenarına kaydettiği rakamları yüksek sesle tekrar ediyordu:
“34, 48, 46, 66, 43!”
Matmazel Aleksandra, cilveli cilveli kırıttı:
“Efendim…” dedi. “Benimkini ölçmediniz.” Yetmişlik ihtiyar, gözlüğünü gene alnına kaldırdı, içinde kim bilir ne fasit düşünceler kaynayan kafasını rızasıyla ölçtürmek isteyen Rum kızını uzun uzun süzdü:
“Yavrum!” dedi “Bu ölçülerin bir sebebi, bir de gayesi var! Bizim hanımla çocuklar, besleme Nevcivan, anha minha11 Türk’tür. Karanfil de halis ül-ayar zencidir. Ben bunların kafaları arasındaki farkı arıyorum. Seni hangi tarafa koyayım? Türk değilsin, zenci değilsin.”
“Ben de Rum’um.”
Nesimi Efendi, sağ elinin şehadet parmağını başının hizasına kadar kaldırdı:
“La, la la! Sizin beşeri ırklar, medeni ve vahşi kavimler arasında muayyen bir mevkiniz yoktur. Siz, Rumca konuşursunuz; fakat Rum değilsiniz.”
Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun gözlerinde alaycı bir şimşek titredi:
“Ya neyiz efendim?”
“Hiçbir şey yahut sade bir kalabalık!”
“Aman efendi hazretleri, nasıl olur? Dilimiz var, dinimiz var, istuvarimiz12 var, literatürümüz var. Bize kuru kalabalık denilir mi?”
İhtiyar, iki diz üstüne geldi, yumruklarını kasığına dayayarak kollarına yay biçimi verdi:
“Bana bak terzi!” dedi. “Hacı Hafız Nesimi Efendi ne söylerse doğrudur. Çünkü bilerek söyler, düşünerek söyler, her kelimeyi tartarak söyler. Buna sen de inanmalısın, iman getirmelisin.”
Aleksandra, kızgınlığını hazmederek eğlenmek istedi:
“Hay hay efendi hazretleri. Sizin büyük bir savan olduğunuzu bilirim. Fakat ‘Rum yoktur!’ deyiverdiğiniz için şaşaladım. Kendimden şüphe ettim. Sözünüze bakınca ben ‘yok’ oluyorum. Var ve yok! İşte beni düşündüren bu.”
“Uzun yavrum, uzun. Bu mesele çok uzun. Müşterinin ölçüsünü alıp makasa yapışmaya benzemez ki! İşin içinde tarih var, felsefe var, tababet var, var oğlu var. Ben bunları sana nasıl anlatayım?”
Dürdane Hanım sık sık esniyor, Nimetullah Efendi yumuşak kıllı sakalcağızını karıştırıyor, Nevcivan düşünüyor, Karanfil Kalfa, efendisiyle çene yarışına çıkan terzi kızının bu cüretine alıklaşarak için için bir şeyler geveliyordu. Nadire Hanım ortada yoktu. Babasının münakaşaya başladığını görür görmez yavaşça savuşmuş, tavan arasına kapanarak biraz evvel çaldığı mektubu hecelemeye girişmişti.
Nesimi Efendi, karısının ayakta sallana sallana esnediğini, oğlunun yüzünde de uyku alametleri belirdiğini görünce onlara izin verdi:
“Haydi siz odanıza gidin, beni şu kızla yalnız bırakın!”
Dürdane Hanım oğlunu, beslemesini ve siyah kalfayı ardına takıp çıktı. Geveze ihtiyarla eğlenerek biraz vakit geçirmek, iş görmeden yarım gündelik olsun almak, Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun hoşuna gidiyordu. Binaenaleyh, Nesimi Efendi ile baş başa kalınca, çapkınca gülümsedi:
“Beni okutunuz.” dedi. “Sizden ders almak tatlı bir şey olacak!”
İhtiyar, ciddi bir çehre ile homurdandı:
“Pek sevinme. Dersin tatlısı olduğu gibi acısı da vardır. Sen dikkatini topla, yanıma çömel.”
Terzi kız sedirin kenarına ve Nesimi Efendi’nin yanı başına ilişti:
“Aklım işte ama kulağım sizde!”
“Ne işi o?”
“Hanımın entarisi biçilecek, küçük hanımın şal hırkası prova edilecek, küçük beye gecelik dikilecek!”
“Onları yarın da başka bir gün de yapabilirsin. Fakat beni neşeli bulup da dinlemek her vakit mümkün olmaz.”
“Buyurun efendim, dinliyorum.”
“Sen, mürekkep yalamış bir kızsın. İlmî hakikatlere boyun eğmek lazım olduğunu bilirsin. O hâlde dinlemek var, darılmak yok.”
“Estağfurullah efendim, ben size nasıl darılırım, büyükbabam yerindesiniz.”
“O kadar ihtiyar olduğumu sanmıyorum ama aksini iddiaya lüzum görmüyorum. Bahsimiz daha mühim.”
Nesimi Efendi, birkaç kere öksürdü ve şöyle bir izaha girişti:
“Sana ‘Rum değilsin…’ dediğim zaman, birdenbire şaşırdın. Hâlbuki elini şakağına koyup şöyle bir düşünseydin hiç de şaşılacak bir şey söylemediğimi anlardın. Sözümün ne kadar basit bir hakikat taşıdığını ispat için şu senin ‘istuvar, istuvar’ dediğin tarihi göz önüne alalım. Dizimizde sanki bir kitap varmış gibi Rumluğun geçmişini okuyalım. İşte birinci sayfayı açıyorum: Gotların istilası! Bu, ne demektir? Binlerce ve binlerce silahlı ecnebi elbette Rum memleketlerinde Aynaroz Papazı gibi ömür geçirmemiştir. Kanları kaynadıkça, gözleri kızardıkça Rum kadınlarının lütfuna müracaat etmişlerdir. Kadınların bu kabil lütufkârlıklan ekseriya canlı hatıralar bırakır! Gotlar işte bu suretle, bir hayli günlerini eski Rum diyarında geçirdikten sonra kendi yurtlarına gittiler… Şimdi ikinci sayfaya geçiyorum: Ostrogotların hücumu! Bu hücum, çekirge salgını değil, iri yarı ve dipdiri insanların saldırışıdır. Onlar da öbek öbek köylere dağılıyorlar, şehirlere yayılıyorlar, kendilerinden evvel gelen Gotlar gibi dilediklerini yapıyorlar, can sıkıntılarını giderecek, garipliklerini kendilerine unutturacak yumuşak göğüsler bulmakta güçlük çekmiyorlar. Bir gün, onların da avdet ettiklerini görüyoruz.
Fakat Rumların talihi tuhaf. Yurtlarını muhafaza etmeyi mi bilmiyorlar yoksa aralarında yabancı bulunmadıkça rahat mı edemiyorlar, ne oluyorsa bu sefer Avarlar geliyorlar, onların dönmesini müteakip Hunlar boy gösteriyor. Artık sayfaları sık çevirelim: Islavlar, Kadıköy’e kadar gelen Acemler, İstanbul etrafında senelerce çadır kuran Araplar, Latinler ve nihayet Türkler!
Görüyorsun ya, СКАЧАТЬ
11
Anha minha: Aşağı yukarı, yaklaşık olarak. (e.n.)
12
İstuvar: History, tarih. (e.n.)