Göç. Mevlüd Süleymanlı
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Göç - Mevlüd Süleymanlı страница 8

Название: Göç

Автор: Mevlüd Süleymanlı

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6981-97-3

isbn:

СКАЧАТЬ dayayıp yaslandı, biraz sonra da uyuklamaya başladı. İmir inledikçe uykulu uykulu “can”, “can” diyordu ona. Dilini dolaştıra dolaştıra uykuya daldı. İmir ayık mıydı, uyanık mıydı; haberdar değildi. Bekil elinde iri bir kemikle alacakaranlıkta durmuştu.

      –Ne yapıyorsun, Ayyam?

      –Adam yapıyorum. Bunu bitirip senin kolunu da kendim saracağım.

      İmir’in bu bir damlacık uykusu o kadar uzadı ki, bitmek tükenmek bilmedi, sabaha kadar sürdü. Gözlerini açtığında ninesini baş ucunda gördü.

      –Ayyam hani? dedi. Bana adam yapacaktı.

      –Yeter, a baban ölsün. Ölüp gitti de. Sabahın erken vaktini haram etme, yeter, a delinin doğurduğu. Ölüyorsan öl, kalıyorsan kal!

      Çıkıp Bekil’i aradı. Bekil, hakikaten de yoktu.

      –Başımı hangi taşa çalayım şimdi, bizi de deli edip çöllere düşürecek, kara toprağa giresice.

      Eğrikar’daki obalar sabah uykusundaydı. Herkesin uykusundan Hakk’a doğru gözle görülmez, duyulmaz, akıl almaz bir yol açılmıştı. Herkes bu yol ile gidip Hakk’a ulaşıyor, geri dönüyordu. Ama bunu idrak edenler gitgide azalmaktaydı, azala azala bir avuç kadar adam kalmıştı. Allah diye diye Tanrı’dan uzaklaşmaktalardı. Hayatın bu hızlı ve telaşlı akışına kapılmış, nefes nefese geleceğe doğru gidiyorlardı. Para hırsı, giyim hırsı, altın hırsı, Eğrikar denilen bu küçücük köyü dövmekteydi. Ömürleri kendilerinin de haberi olmadan kısalmakta, uykuları azalmakta, gözleri açılmaktaydı. Ama yine çiçekler yeşeriyor, yine sular akıyordu. Çiçeklerin yeşermesi, suların akması, çocukların doğması, hayatın yeniden başlaması ve tazelenmesiydi. Bu, olanların bir daha tekrar etmesiydi, gidenlerin bir daha geri dönmesiydi…

      Hürü Kadın dışarı çıkıp bakındı. Bekil köyün eteğinden geliyordu.

      –Nereye gitmiştin a yavrum, seni yerinde göremedim, öldüm öldüm, dirildim. De bakayım nerden geliyorsun, kendinde değil gibisin. Bu ne hal?

      –Ata bakmaya gitmiştim, belki dokunan olur dedim. Ninesi endişeyle yine sordu:

      –De hele ne olmuş doğrusunu söyle?!

      –Hiçbir şey. Mezarlığın yanından geçerken üzerime karabasan çullandı, galiba korktum.

      –Orda ne yapıyordun?

      –Atı arıyordum.

      Kapıya doğru gitti. Kapı siteme benzer bir gıcırtıyla açılana kadar uzun uzadıya ses verdi. Domrul duvara oyulmuş şöminemsi ocağın yanında uyumuştu. İmir uyanıktı. Ağabeyini görünce:

      –Ayyam, gel kolumu sar, ağrıyor; demin, saracağım, dedin.

      Bekil heyecan içinde İmir’in kolunu kaldırdı:

      –Şimdi açacağım, ağlama, tamam mı?

      –Tamam, peki orada uyuyan kim?

      –Domrul emmidir.

      –Ben de, rüya görüyor zannediyordum. Kalkıp koyunumuzun ayaklarını kesecek.

      –Hayır, kesmez. Artık akıllanmış. Ağlama, olur mu, Domrul emmi uyanır.

      –Peki.

      Bekil sargıyı açtı. Parmakları İmir’in dirseğindeki kırığın olduğu yere doğru uzandı. Aç kuzu otları nasıl kırpıyorsa parmakları da çatlakların, kırıkların üzerinde ses çıkara çıkara kemikleri yeniden yerli yerine dizdi. Hürü Kadın içeri girdi:

      –Niye açtın, niye açtın, eğri kalacak, dedi.

      –Kemikleri intizamlı bağlamamıştın nine, yeniden sardım.

      –Sana kim söyledi, nereden biliyorsun?

      Bekil’in parmakları İmir’in kemiklerini görerek, karınca gibi kolunun üzerinde dolaşıyordu. Bekil, İmir’in kolunun kemiklerini görüyordu, et yoktu. Her şeyi unutmuş, kardeşinin kemiğini seyrediyordu. Gözleri yirmi yıldan sonra açılmış gibi dünyayı sanki şimdi görüyordu. Kardeşinin kolu bembeyaz idi. Cilâlı, tertemiz birbirine eklenip dizilmişlerdi. Parmakları omuz kemiğinin üzerinde durdu. Omuz kemiğinin üzerinde ince bir çatlak vardı.

      –Nine, omuzu da çatlamış.

      –Yahu bırak incitme çocuğu, omzunda hiçbir şey yoktur. Nereden aklına esti bilmiyorum.

      –İşte, görmüyor musun?

      Bekil’in parmakları çatlağın üzerinde gezindi.

      Ninesi diz çöküp İmir’in zayıflıktan kemiği ortaya çıkmış omzuna baktı. Sonra korku içinde başını kaldırdı. Bekil’in gözleri bir gece içinde değişip büyümüştü. Işık saçarak, parıl parıl parlıyordu. “Adam yapacaktın bana…” Bu sözler Bekil’e yabancı değildi. İmir’di galiba. Ellerine baktı, elinde kemik olmalıydı. Nerdeydi, nereye gitmişti, hiçbir şeyi hatırlamadı. İmir’den git gide korkmaya başlamıştı. Öylece durup küçücük, zayıf, ölüye benzeyen kardeşine bakıyordu…

* * *

      Üç yüz yıldan beridir Karakelle nesli ile Kanık soyu arasında kan dâvası devam ediyordu. Üç yüz yıldır iki kök arasında kavga hüküm sürüyordu. Üç yüz yıldır yan yana, vurula vurula, yeniden yeşere yeşere zaman tünelinde yol gidiyorlardı. İmir’in babası Karakellelerin sonuncusuydu. Yedi yıl önce kır atların üzerinde karısı Senem ile yayladan iniyorlardı. Akşamın alacakaranlığıydı. Tarla kuşları ötüşüyorlardı. Göğüş başını kaldırıp havaya baktı:

      –Göç gidiyor, turgay kuşları onun için ötüyorlar, dedi.

      Senem Hatun eliyle usul usul karnını sıvazlayarak, sana bir şey diyeceğim, ama gülme. Bu çocuğa hamile kaldığım günden beri duvarın öbür yüzünü görüyorum.

      –Duvarın öbür tarafını mı görüyorsun?

      –Hıı. Bana görüyorum gibi geliyor. Bir seferinde içeriden baktım ki Kızbes Kadın kapıdan el ediyor. Rüya sandım, evden çıkınca baktım hakikaten de el ediyor. Seni seslemiyorum dedi. Sonra dışarıdan eve baktım, evin içi görünüyordu.

      –Anlamsız şeydir, inanma.

      Göğüş, atını yaklaştırıp Senem Hatun’un boynunu kucakladı, sarsıla sarsıla güldü. Senem Hatun:

      –Canım yeşillik çekti, dedi; in, bana kuzukulağı topla, yeşilliğe aşeriyorum, nerdeyse inip otlayacağım, bak tekmeliyor beni.

      Göğüş, attan indi; yamaçtan kuzukulağı, yemlik, kuşekmeği topladı. At birdenbire kişneyip ayağını yere vurdu. Yamaçtan bir tilki kalktı, koşa koşa kendini dereye attı. Göğüş, hayretler içinde donup kalmıştı. “Tilki silah görmüş.” Kendi tüfeğine baktı, eğerin kaşında duruyordu. Üç atlı başının üzerinde bitti.

      –Kımıldama, СКАЧАТЬ