–Enik yine ne halt karıştırıyor acaba?
Onu korkutmamak için uzaktan seslendi:
–Hey İmir, heey!
İmir dönüp, donuk gözlerle ağabeyine baktı. Yavaş yavaş yaklaştı. Bekil, İmir’in gözlerinin yine boşalmış olduğunu gördü, yüreği sızladı, yavaşça:
–Gel buraya anam-babam, gel kucağıma!
Yere çöküp yeşillikte oturdu, İmir’i de dizinin üzerine aldı, saçını okşayıp yanağından öptü:
–Kadan alayım seni kim korkuttu, neden korktun, söyle bakayım?
İmir, yukarı doğru bakıp gülümsedi. İri gözleri Bekil’in gözlerine dikildi. Gözleri artık boş değildi, dolmuştu.
–Rüyanda neler görüyorsun, derdini alayım; hadi söyle abine. Bak, yalnızca ben varım, bak kimsecikler yok. Hadi söyle de öldüreyim onu.
İmir, büzüşüp ağabeyinin koynuna sığındı, derin bir göğüs geçirerek köye doğru baktı. Çocuklar yaklaşmaktaydı. Arkada büyük bir dağ vardı. Dağın ardından atlılar geçiyordu. İmir, bütün bu gözüne görünenleri, yeşil düzlüğü, düzlükteki birkaç çocuğu, bölük bölük Oğuz pazarına giden köylüleri, komşunun merkebini, köyü, köyün adamlarını görüyordu. Bunlardan başka dağın ardından geçen atlıları da görüyordu. Ama bunları nereden, nasıl gördüğünü bilemiyordu. Sanki bu atlılar İmir’in içinden geçip gidiyorlardı. Başını kaldırıp yeniden ağabeyine baktı:
–Ayyam, kimdi onlar?
–Kimi diyorsun, Hırda’nın çocuklarıdır be.
–Onları demiyorum, bak, atlarla geçiyorlar.
–Hiç kimse yok kadan alayım, sana öyle geliyor. Biraz akıllı davran. Bak, böyle yaparsan sana Deli İmir derler.
–Hayıır! Vallahi geçiyorlar.
Bekil kalkıp dört tarafa bakındı, hiçbir tarafta atlı görmedi. Acı ve üzüntüyle kardeşine baktı. Küçük, ince yüzü morarıyordu. Daha çok beyaza çalan sarışın saçları tel tel olup dikleşmişti. Menevişli gözlerinde büyükleri bile korkuya düşüren bir sihir vardı.
Çocuklar İmir’e el salladılar. Burası sığır ve koyunların otlatıldığı yerdi. Burayı geçerek Kanık Evi’nin otlaklarına doğra gittiler. İmir’in rüyasında gördüğü gün başlamıştı. Rüyada da bu şekilde büyük Ağlağan Dağı’nın ardından atlılar geçiyordu, çocuklar da böyle geldiler, örenin eteğinden el ettiler. İmir şimdi de rüyadaymış gibi sessizce çocukların ardına takıldı.
–İyi, git oyna çocuklarla, ama erken gel, dedi ağabeyi. Umut, Umut, İmir’e mukayyet ol, başı ağrıyor! diye Umut’un ardından seslendi.
İmir’in bir gün önce gördüğü rüya, alın yazısı gibi bir şeydi. Herkesi çekip kendi istediği tarafa götürüyordu. Bir bölük çocuk otlakların arasında güle oynaya ve farkında olmadan İmir’in bir gün önce gördüğü rüyanın çağırdığı yöne doğru gidiyorlardı. Keçi kulağı, yemlik, kuzukulağı yiyerek, bütün kaygılardan habersiz söyleşip gülüyorlardı. İmir yine rüyadaymış gibi ses falan duymuyordu. Ne kendi sesi, ne de çocukların sesi kendine ulaşabiliyordu. Nasıl güldüğünün, nasıl konuştuğunun farkında değildi. Hayli uzakta Kanıkoğlu Saraç’ın atı bağlanmıştı. İmir atı görünce durdu, dönüp ot kümelerine taraf baktı. Çocukların birazdan otların arasından o kümeliğe doğru gideceği yolu gördü. Sonra otluğun sık bir yerinde Saraç ile Begüm’ün kucaklaştıklarını hatırladı.
–Daha gitmeyelim, dedi. -Saraç emmiyle Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Umut çocukların hepsinden büyüktü, manâlı manâlı gülümsedi. Mavi gözleri, ıslak mavi boncuk gibi parladı:
–Nerde, nerde? dedi.
–Orada.
Önde Umut, arkada çocuklar itişe kakışa otların arasından kümeliğe doğru gittiler. Umut dönüp sessizce sordu:
–İmir, nereden biliyorsun?
–Gördüm.
–Ama buradan görünmüyor…
Kümeliğe vardılar. Umut otları araladı. Saraç’la Begüm birbirine sarılmıştı. Begüm yarı çıplaktı. Saraç’ın geniş omuzları Begüm’ün göğsünün üzerine çökmüştü. Çocuktan ziyade yeşillik böceği gibi onları seyrediyorlardı. İmir otların arasından rüyasına bakıyordu. Çocuklardan biri Umut’a doğru eğilerek, usulca:
–Saraç emmi, Begüm teyzeyi öldürüyor mu?
Umut:
–Yok bee, dedi, katıla katıla gülmeğe başladı, diğerleri de ona uydu. Saraç’la, Begüm sesleri duyunca irkilip kalktılar…
İmir’in sırtında kamçı izine benzer ince ince sızılar dolaştı. Bütün vücudunu gezip kollarına doğru aktı, ayakları da, kolları da hissizleşti. Yere boylu boyunca yapışarak bakındı, Saraç’ın atını gördü…
Şimdi otluktan bir tavşan çıkmalı, Saraç’ın atı ürküp ipini koparmalı, tepelerin eteği boyunca kişneye kişneye kaçmalıydı…
İmir, dünyanın bu renginden de güzel bir renk içinde bütün bu olanları önceden görüyordu. Saraç’ın atından sanki bir at daha çıkmıştı. İmir’in gözünün önünde ürkmüş, kaçıyor kaçıyor ama yok olup gidemiyordu.
Begüm otların arasından koşarak kendini dereye attı. Yüzü öylesine bir hâl almıştı ki, ağlıyor mu, gülüyor mu, utanıyor mu, yoksa seviniyor mu, bilinmiyordu.
Saraç çocukların tepesinin üstünü kestirdi:
–Kımıldamayın, köpoğulları!
Elinde siyah, püsküllü bir kamçı vardı. Demek ki, sabahtan beri İmir’in vücudunda dolaşan bu kamçının ağrılarıymış. İmir kamçıyı görünce ağladı.
–Beni mi gözetliyordunuz, hıı, kancıkın doğurdukları? Umut’un kolundan yapıştı, Umut çullanıp onun ayakları arasına girdi:
–Vallahi Saraç emmi biz gelmiyorduk, İmir getirdi.
–Kim ulan köpoğlusu?
–İmir, dedi ki, Saraç emmi ile Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Saraç onu bıraktı, СКАЧАТЬ