Köyde yaygara kopuyordu. Ninesi kapıda dizini dövüyordu. Umut bağıra bağıra, tepelerin arasında, Saraç’ın İmir’i öldürdüğünü demek için Bekil’i arıyordu. Ancak bu bağırıp çağırmalar, haykırışlar, rüyada olduğu gibi şimdi de İmir’e ulaşamıyordu. Su hissi mi, hava duygusu mu, her ne ise, göğün yükseklerinde bütün bunları duymaktaydı.
İmir’den biraz uzakta Begüm ağlamaklı ağlamaklı Saraç’a söyleniyordu:
–Rüyamda kendimi çıplak görmüştüm. Çırılçıplak köyün içerisinden geçiyordum. Götür beni de kendinle.
–Şimdi nereye götüreyim?
–Götürmezsen kendime kıyacağım, artık evimize dönemem.
El ele tutarak otların arasında kayboldular…
Bekil, su gibi terlemiş halde koşup geldi, İmir’i kaldırıp dizlerinin üzerine koydu:
–İmir, İmir, aç gözlerini ağrını alayım, ne oldu?
İmir’in ruhu semanın maviliğine, meranın yeşilliğine, suların aydınlığına, kuşların sesine yayılıyordu. Ancak İmir’in canının kökü bir yerlerdeydi ve bu kökten kopamıyordu. Zayıf, takatsizcesine aldığı nefesten yapışmış sızıldanıyordu. Bekil, daha çok beyaza çalan sarışın saçlarını okşaya okşaya ona sesleniyordu:
–İmir, İmir!
Hürü kadın da dizlerini döve döve koşup geldi:
–Bazusunun yukarısını sık, yukarısını sık, dedi.
Kendisi İmir’in koltuklarının altından tutup ovarak kolundaki atar damarı tutup sıktı. Bekil su için dereye doğru koştu, kalpağını doldurup getirdi, yüzüne su serptiler. İmir bir-iki kere hıçkırıp nefes alıp vermeğe başladı. Semanın maviliğinden, meranın yeşilliğinden, suların aydınlığından sıyrılıp, kendi nefesiyle yeniden dünyaya dönüyordu.
Gözlerini açıp inledi. Bekil’i de ninesini de tanıyamadı. Öylesine rast gele:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? dedi.
Bekil onu kollarının üzerine aldı, sessiz soluksuz yeşilliğin içiyle geçerek köye döndüler. Hürü kadın gözlerinin yaşını sile sile çiçek koparıyor, yaprak topluyordu. Bekil, Umut’un dediği sözleri hatırladı: “Begüm teyze çıplak idi…”
İmir’in yüzüne baktı, gözleri yarı açıktı, usul usul inliyordu.
Yeniden otların üzerine uzattı. Gökyüzü bölük bölük bulutlarla dolup boşalıyordu. İmir’in başı üstünde kuşlar cıvıldaşıyordu. Biraz ötedeki ırmağın suyu, otlakları, gülleri, çiçekleri büyüte büyüte gökyüzünde kuşların, yeryüzünde atların, sürülerin, insanların sesini yıkaya yıkaya akmaktaydı. İmir bu sefer bütün bunlardan habersizdi. Yeryüzüne zifiri karanlık çökmüştü. Hürü kadın, suya yalvara yalvara ırmağın kıyısıyla yürüyordu:
–Yavruma yardımcı ol, ey bu suyun nuru!
İmir’i sedirin üzerine uzatmışlardı. Hürü kadın otları, çiçekleri ezip suya karıştırdı:
–Kaldır, içsin. Yoksa kendine gelemeyecek.
Bir yudum su içirdiler. Hürü kadın zayıf, uzun parmaklarıyla İmir’in vücudunu ova ova ağrıyan tarafını arıyordu. Bir yudum su İmir’in damarlarında akarak bütün vücûdunu dolaştı. Gözlerini açıp sanki dünyanın öbür tarafından buraya, ağabeyine baktı… Su sesine benzer ipince bir sesle sordu:
–Nereye gidiyoruz, Ayyam? Birdenbire yüzü morardı, haykırıp ağladı. Hürü kadın:
–Kırığı var, dedi. Kaldır sırtıma bir bakayım neresidir.
Kadın İmir’i sırtına aldı, yeniden sedire uzattı.
–Çocuğun kolu kırılmış, koş Çırpanevine. Ortadaki yoldan git ki, Kanıkevi görmesin, seni de vururlar. Barışmışa benzemiyor derin gitmişin çocukları6.
Bekil kapıya doğru gitti. Direkte babasının beşli tüfeği asılıydı. Silahın sesini duyar gibi oldu. Bekil’in içinde sıkılan bu kurşun, İmir’in yamaçta gördüğü Saraç’ın atından çıkıp da gözden kaybolmaya çalışan, ancak bir türlü bundan kurtulamayan atlar gibiydi. Bekil’in içinde mermiler patlıyordu, ancak ne kendileri vardı ne de sesleri.
–Bırak onu, kadan alayım. Görüyorsun ki, üçümüz kalmışız. Onlar çoktur kurban olayım. Çırpanevine kadar git Aşahanım kadını getir.
Güneş batmak üzereydi, onun için ortalık yer yer kararmıştı. Köye belki de Bekil’in duyduğu sıkıntı çökmüştü ki, bu sıkıntı da açıkça Begüm’ün verdiği sıkıntıydı. Bekil bir an, niçin evden dışarıya çıktı, nereye gidecekti, kimi çağıracaktı unuttu. Begüm’ün Kanıkoğlu’yla kaçması birdenbire her şeyi altüst etmişti. Soğuk rüzgâr mı esiyordu ne idiyse, gök, ağrıya benzer bir uğultuyla uğulduyordu. Bekil’in de içi yanıyordu.
Yazıdan çocukların haykırışı duyuldu. Umut idi, yanında da Hırda’nın çocukları bağıra çağıra köye doğru koşuyorlardı. Çocukların haykırışları Saraç’ın kamçısının sesi gibi köyün sıkıntılı havasında sızlaya sızlaya, yayılıp eriyordu. Her şey ürperti içindeydi. Yalnız Bekil’in sürüsü ürken yılkıların, cıvıldaşan kuşların, şaşıran adamların arasında yeryüzünün en büyük rahatlığıymış gibi Akçallı’nın yamacına yayılmış otluyorlardı. Çocukların sesi yaklaşıyor, yaklaştıkça da parıltılı bıçaklar gibi köye batıyordu.
–Domrul emmi eşeğin ayaklarını kesti!
–Domrul emmi Kızbes teyzenin merkebinin ayaklarını kesti.
Haber Bekil’i fazla şaşırtmadı. “Dediler ama, sabah mıydı, dün müydü dediler, kimdi? İmir…” Bekil her şeyi yeniden hatırladı. Begüm’ün sabah sabah dediği sözler, İmir’in merkebi görüp korkup ağlaması, sonra Saraç, İmir’in kırılmış kolu…
–Kollarının ikisini de kıracağım, köpoğlusu, kırmazsam Karakelle oğlu değilim!
Bekil’in kanı ayaklarından itibaren başına kadar ısına ısına yükseldi, başında kurşun sesine, değnek sesine, kamçı sesine dönüp uğuldadı. Kanı patlayıp çıkacak yer arıyordu, vücuduna sığmıyordu.
Çocuklar varıp geldiler. Köyün yediden yetmişi hepsi toplandı. Her biri bir tarafta СКАЧАТЬ
6
"Cehennemliğin çocukları" manasında nefret ifade eden bir deyim.