–Nine, sular diri mi? Sular nereye gidiyor?
–Diridir, derdini alayım, herşey diridir, taş da diridir. Taş var ki, büyüyor, hepsinin yaratanı var, ağaca balta kaldırdıkta ağlayarak diyor ki, kesme beni!..
–Peki sular nereye gidiyor Nine?
–Hiçbir tarafa gitmiyor kadanı alayım, gidip yeryüzünün öbür tarafından dönüyor, yine gelip köyümüzden geçiyor.
–Nine, peki ağacı niçin kesiyorlar?
–Artık ağaçların sesini duymuyorlar, duysalar kesmezler.
İmir’in iri gözleri kocaman kocaman açılıp dünyaya takılıyordu. Suya baksa suya siniyor, ağaca, yeşilliğe, gökyüzüne siniyordu. Sabah namazında, öğlen namazında, ikindi namazında çatlayan kemiklerini iyileştire iyileştire, ninesinin eteğinden tutarak ibriğini dolaştırıyordu.
İmir yatağına uzanarak gözünü lambanın ışığına dikmişti. Işık gitgide büyüyordu. Büyüdü, büyüdü, evlerinin küçücük penceresinden karanlığa doğru aktı.
–Nine, ışık da diri midir?
–Diridir, derdini alayım, ışık meleklerin oyun oynadığı yerdir…
Deli Domrul kaba dikişli yeleğine sarılıp duvarın içine örülmüş ocağın kenarında oturmuştu. Saçı sakalı bembeyazdı. Bu eve geldiği günden beri başkaca bir kapıyı açmadı, geceli gündüzlü durmadan ağladı, ağladıkça çok şeyleri hatırladı. Yirmi yıldır gözlerinden akmayan yaşlar aka aka Deli Domrul’un kaybolmuş hafızasını yıkayıp tazeliyordu. Ağlaya ağlaya ocağın kenarında uyuya kaldı. Üç gün üç gece uyanmadı. Uyuduğunda saçı sakalı simsiyahtı, uyanınca bembeyaz oldu. Hürü Kadın başucundaydı. Ona damla damla su içiriyordu.
–Rüyamda anamı gördüm, Allah’a şükrediyordu; baktım küçücük bir çocuğum, bana meme veriyor, dedi.
Deli Domrul akıllanmaya başladığı günden beri herkesin gözü önünde ihtiyarlamaktaydı. Sert saçı sakalı ağacın çiçeklenmesi gibi beyazlaşıyordu. Saçında sakalında sanki hışırtılar geziniyordu. Bir hafta boyunca saçını sakalını kaşıdı durdu; sanki elleri orda kalmıştı:
–Başım bir suyun altında gibidir. Üzerimden sular geçiyor, az daha delireceğimi sanıyorum Hürü Ana.
Hürü Kadın yüz yaşındaydı ancak, birdenbire ihtiyarlayan birine rastlamamıştı.
Bir hafta sonra Deli Domrul ihtiyar, yüzünden nur akan bir insan olup çıktı. Hürü Kadın sedirin üzerinde ona yatak serdi. Bekil ile elinden tutup sedire çıkardılar.
Köye yayıldı ki, Deli Domrul akıllanmış ancak, akıllandığı gibi de ihtiyarlamış. Büyük küçük herkes koşup görmeğe geldi. Akşam üzeri Domrul gelenlere baktı baktı, sonra da birden Hürü Kadına seslendi:
–Birazdan öleceğim Hürü ana, halka söyle dağılmasınlar, beni götürüp defnetsinler.
Deli Domrul gülümseye gülümseye yatağına uzandı:
–Hürü ana, gel elini gözlerimin üstüne koy… Köylüler gelip Deli Domrul’un tabutunu omuzlayıp alıp götürdü.
İmir, o gece de yatağında uyuyamadı. Yine ayık mıydı, uykulu muydu bilinmedi.
–Sedirin üzerinde ak sakallı biri uzanmış.
–Korkma, uyu, sana öyle geliyor.
İmir’in korkusu Hürü Kadın’ı da bürüdü. Önce ocağın kenarına baktı, oraya çökmüş karanlık kara bir çarşaf gibi ırgalandı. Sonra kendi sedirinin üzerine baktı, yüz yılı geride bırakmış, bu kadarlık zamanı adım adım yürüyerek yorulmuş gözleri alacalandı. Ak sakallı birisi görünüp hemen de kayboluverdi.
–Bekiil! Gel de bak, yine ne diyor bu…
–Ne olmuş? -İmir’e doğru yöneldi. -Ne diyorsun yine?
Çocuğun gözleri Bekil’e dikilmişti. Bekil’in ruhunu sanki çekip çıkarıyorlardı, yüreği ağzına gelmişti. Ağlamak istedi, gözünden bir damla da yaş çıkmadan, kupkuru hıçkırdı. İmir’i omuzlarından tutup sarstı.
–Ayyam, bak ninemin sedirine erkek uzanmış.
Bekil öyle haykırdı ki, kara damdan kara toprak döküldü, sesi yedi ağaçlık mesafeden duyuldu:
–Iıı, senin Tanrın yere dökülsün13, ne Allahsız çocuksun be.. Bizi deli ettin sen.
Kalkıp sinirli sinirli sedire doğru gitti, yorganı döşeği fırlatıp attı, sediri tutup yan çevirdi:
–Hani be, hani? Gözünü çıkaracağım senin, hele bir sabah olsun!
İmir, ağlayıp yorgana bükülerek ürkek bakışlarını ninesine dikti. İmir’in vücudu Hürü Kadın’ın eline doğru meyletti. Gözleri, hatta her bir tüyüyle ayrı ayrı okşanıp rahatlamak istiyordu. Bekil yaklaştı:
–Sen bu hale getirdin bunu, şimdi de kendine gelemiyor. Çocuğu çocuk gibi büyümeğe bırakmadın.
İmir’se kendi bildiği gibi alacalı, dolambaçlı rüyalar göre göre büyüyordu.
Bekil’in sürüsü yamaca yayılmış otluyordu. Dumanlı, sisli, hem de güneşli bir gündü. Güneş, dağlara yamaçlara çökmüş sisin, dumanların içinde sıyrılarak sarımsı renkte ışık saçıyordu. Sisin, dumanın içinden mi, otların arasından mı bilinmez, duyulan yabani kuşların sesi bile nemliydi. Arada bir meleyen koyunun, kuzunun sesinden de ne zamandan beridir yağmur yağdığı anlaşılıyordu. Düzlükteki toprak yollar, yamaçlardaki patikalar yağmurdan kaybolmuş gibiydi.
Bekil, bir kayanın üzerine oturmuş parmaklarının, bileklerinin kemikleriyle oynuyordu. Doru renkli at, sürüden biraz kenarda, dünya tarihinin ulu başlangıcından şimdi çıkıp gelmiş gibi, harika boynunu çevirip iri elma gözleriyle yağmurun suyun yüzünden, yere saplanıp batmış gibi görünen dağ yolundan yana bakıyordu. Sonra içten içe yavaşça kişnedi. Bekil kalkıp ata doğru gitti.
Saraç’tı. Atın sırtında dumanın, sisin içinden çıkarak aşağı doğru gidiyordu. Bekil’in eğere sıçradığını gördü. Gitmeği kendine yediremedi, atı durdurdu. Elini eğerin kaşına asılmış tüfeğine uzattığında Bekil yanı başında bitiverdi…
–Tüfeğini yerine bırak Kanıkoğlu, babalarımız barışmıştı, sen onların ruhunu incittin, kardeşimin kolunu kırdın, kollarının kırılması gerekir.
Bekil, dağ gibi heybetiyle yavaş yavaş Saraç’ın üzerine yürüyordu.
–Konuş, Kanıkoğlu!
Atlar yan yana durmuştu. Bekil’in sesi duyuldukça СКАЧАТЬ
13
“Gök tepene uçsun” anlamında bir ilenme ifadesi