–Konuş Kanıkoğlu, çoktandır sesini duymuyordum. Yakına gel, öbür omzunu da kırayım. İmir’in de omuzu kırılmış.
Saraç, Bekil’in kocaman vücudunun karşısında dayanamadı, yere yığılıp kaldı. Başını aşağı indirip, gözlerini Bekil’in çarıklı büyük ayaklarına dikti. Usulca dilinin ucuyla:
–Düşmanlığı yeniden başlatıyorsun! dedi, -Kalk ayağa, senden İmir’in acısını çıkarıyorum.
Saraç yerinden sıçradı, hançeri Bekil’in göğsüne indirdi. Bekil onun bileğinden yapışıp sıktı, parmakları hırsla Saraç’ın bileğini ezip kemiği ete, eti kemiğe karıştırdı. Saraç’ın gözlerini kan bürümüştü, dizine güç vererek ayağa kalktı:
–Bunu yanına bırakmayacağım, atını öldüreceğim, evini yakacağım, deli kardeşinin kolunu kırmışım, şimdi de başını keseceğim, yalnız kalacaksın!
Kolları sarkarak atına doğru gitti, ama ata binemedi, Bekil gelip onu kucağına aldı. Saraç, Bekil’in kucağında çocuğa benziyordu. Bekil’in kollarının arasında canı sıkışıp kalmıştı, kemikleri sesleniyordu. Bekil’in parmakları ise, gözü var da görüyormuş gibi Saraç’ın eklemlerinin üzerinde geziniyordu. Bekil’in kollarının arasında bir kucak dolusu kemik vardı, kaldırıp eğere koydu. Sürünün yüzünü köye doğru çevirip atına bindi, Saraç’ın ardınca koşturdu. Saraç eğerin kaşına doğru eğilmişti. Atın ayak sesini duyunca doğruldu:
–Düşmanlığı böyle yapmazlar, Karakelle oğlu beni öldürmeliydin, ama kollarımı kırmamalıydın.
Bekil, Saraç’ın atını yedeğine alıp yavaş yavaş köye doğru sürdü. Hava hem güneşli, hem de sisli ve dumanlıydı. Yerle gök birleşmiş gibi görünüyordu. Ne zamandan beridir böylesine güneşli havada yağmur çiseliyordu. Havanın böyle olması sebebiyle gökte bir tane bile kuş kalmamıştı. Gece gündüz kuşların sesi gökten değil de otların içinden geliyordu. Otlar yağmur sebebiyle büyüyüp, adam boyunda olmuştu. Koyunun, kuzunun da yünü otlar gibi uzamış, saçakları yerlerde sürünüyordu. Herkesin suratı asıktı, havanın yağışlı olmasından dolayı sanki ağlayacak gibiydiler. Büyük küçük herkesin suratı bir karış olmuştu.
Böylesi bir havada iki atlı yedek yedeğe yağmur yiye yiye gidiyorlardı.
–Bekil.
–Ne var Saraç?
–Beni böyle köye götürme.
–Dersin ki attan düştüm, oldu mu?
–Tamam. Peki kollarımı kim saracak?
Bekil’in parmakları yular boyunca yokladı ve geri döndü, damarları boyunca garip bir sıcaklık dolaştı.
–Kendim. Kemiklerini teker teker dizip saracağım. Ama sen de diyeceksin ki, attan düştüm.
–Peki.
–Ağrısı çok mu?
–Bayılmamdan korkuyorum.
–Dur, yarpuz vereyim kokla.
Bekil atın üzerinden eğilip yarpuz kopardı, Saraç’a uzattı.
–Bekil.
–Ne var?
–Kız elbisesi giydiğin günleri hatırlıyor musun?
–Hatırlıyorum…
–Kendi kendime söz vermiştim ki, seni alıp kaçıracağım. Dedem her gün diyordu ki, Karakelle ocağında bir kız büyüyor, gözünüz üzerinde olsun. Sen elbiseni değişip erkek olduğun anlaşılınca dedem sinirinden küplere bindi. Kolum iyileştiğinde, senden acımı çıkaracağım.
–Bununla bitirelim, bir daha size kötülüğüm dokunmaz.
–Ninem öldüğünde dedi ki, Karakelle neslinde böylesi yiğit görülmemiş, kendinizi ondan koruyun. İstiyorsan bacımı sana vereyim Bekil?
–Yook, düşman da dostun diğer ucudur. Ne dosttan kız al, ne düşmandan. Sizle biz hısım olamayız.
Sustular. Atların ayaklarının sulu, nemli sesleri de iri damlalar gibi yolun kenarıyla çimenliğe yağıyor, yağmurla, çisintiyle, sisle beraber düzlüğe siniyordu. Saraç’tan ses çıkmıyordu. Bekil atı durdurup yaklaştı. Yüzükoyun eğere yapışmıştı. Eğilip bir tomar sulu ot kopardı, Saraç’ın yüzüne vurdu…
İmir, ninesinin dizinin dibinde oturmuş, kollarına ip çilesi geçirmişti. Ninesi de yumak yapıyordu. Dizleriyle, ayaklarıyla evlerinin toprak zemininin titrediğini hissetti. Bir anlık hayret içinde sessizce kala kaldı, sonra:
–Atlı geliyor nine, dedi. Ayyam geliyor!..
Çileği atıp Bekil’in önüne koştu. Atın üstünde, rengi sapsarı kesilmiş halde inildeyen Saraç’ı görüp durdu. Dövüldüğü günü hatırladı, omzunun kırılan kemiği yeniden gerildi, yüzü solup rengi kaçtı. Üç yüz yıl süren düşmanlık Karakelle kökünün kanına işlediği için küçücük, zayıf İmir’in birdenbire kolları katılaştı, küçücük bir taş kesildi, konuşmaz oldu. Saraç’ın iniltisi iğne gibi vücuduna batmaya başladı…
Bir anda bütün köy çalkalandı. Kanık yurdunda atlar kişnedi, biraz sonra çitlerin üzerinden aşa aşa yıllar boyu sahipleri gibi kana, silah sesine, iniltiye, bedduaya acıkan atlar kendilerini Karakelle ocağına attılar. Saraç’ın bacısı oğulları ve amcazadeleri silahlı-pusatlı dışarıda at oynattılar.
Bekil’in parmakları Saraç’ın kırılmış kemiklerinin üzerinde dolaşıyordu. Saraç’ın iniltisi Bekil’e ulaşmıyordu. Kırılmış kemikleri yerine dizerek yakıyla sarmıştı. Saraç şimdi kendine geldi, su istedi, Hürü Kadın şerbet yapıp verdi.
–Çık dışarıya Karakelle oğlu!
Atlılardan birisi haykırıp havaya bir kurşun sıktı.
–Çık, Karakelle oğlu!
“Karakelle oğlu” sözü Bekil’in kanında dolaştı, doğruldu, adaleleri derisini ağrıtana kadar gerildi. Üç yüz yılın öbür başından geliyormuş gibi, ağır ağır, kocaman vücuduyla dışarı çıktı.
–Bekil, çıkma, vururlar seni.
Saraç böyle deyip kalkmak istedi. Hürü Kadın yardım edip kaldırdı. Bekil’in ardınca dışarı çıktılar.
–İnin attaaan!!
Bekil’in sesi atlıların üzerinden yıldırım gibi geçip gitti. Köyün kara damlı evleri titredi, yere kara toprak СКАЧАТЬ